Dewey, Vermont’ta Amerikan İç Savaşı’nın başlamasından hemen önce dünyaya gelmiştir. Doğduğu yıl, Charles Darwin’in başyapıtı Türlerin Kökeni’ni yayımladığı yıldır. İlginç bir biçimde evrim kuramı, Dewey’in felsefî düşüncesine rengini vermiştir. Dewey, tüm yapıtlarında evrim kuramının sonuçlarını ortaya koymaya çalışmıştır.1909 yılında Dewey, “The Influence of Darwinisim on Philosophy” başlıklı bir ders verir. Bu derste, Darwin’in Türlerin Kökeni adlı eserinin doğa bilimleri üzerindeki etkilerindense felsefe üzerindeki etkilerini ön plana çıkarır. “Tür” ve “köken” terimlerinin eserin adında bir araya getirilmesinin başlı başına “düşünsel bir devrim” olduğunu öne sürer. Bu devrimin mahiyetini anlayabilmek için, Antik Yunan düşüncesinde ortaya konulan varlık anlayışı hakkında birkaç söz söylememiz gerekir. Antik Yunan düşüncesine rengini veren ve Batı Felsefesi’nin iki önemli figürü, Platon ve Aristoteles üzerinde derin etkisi olan Parmenides, varlığı zamanın şartlarına tâbî olmayanla, bu itibarla da kalıcı olanla özdeşleştirmiştir. Varlık, özü itibariyle düşünseldir ve duyusal olanın geçiciliğine ve değişkenliğine karşıt olarak kalıcıdır. Bu düşünüş tarzı, belli farklılıklarla Platon’un idea ve Aristoteles’in form (Yun. eidos) anlayışlarında etkisini sürdürür. Form, bir şeyi kendisi kılan, o şeye birliğini veren ilke olarak tanımlanır. Ortaçağda skolastik düşünce, Aristoteles’in eidos terimini tür (İng. species) sözcüğü ile karşılar. Doğada karşımıza çıkan tüm şeyler, bireyselleşmelerini ait oldukları türe borçludurlar ve söz konusu bu türler, Antik Yunan düşüncesini takip eden bir biçimde sabittirler. Varlığın kalıcı, sabit ve düşünsel olanla özdeşleştirilmesi, gerek epistemoloji gerekse etik alanında felsefenin mahiyetini belirler. Bilmek, en nihayetinde sabit ve değişmez formları bilmek demektir. ahlâk ise kalıcı ve değişmez olana katılmak ya da ona benzemek üzerinden bir anlam ifade eder. Platon’da en yüksek form, iyi formudur. Bilgiyi ve ahlâkı bu form olanaklı kılar. Aristoteles’in evrenindeki Tanrı “kendi kendini düşünen düşünce” olarak tanımlanır ve tüm değişimden azadedir. Tüm diğer varlıklar, onun bulunduğu eksiksizlik durumuna öykünerek hareket halinde kalırlar. Kendisi değişmeyen ve tamamen fiilî olan Tanrı, tüm doğal tözlerin kendisi hareket etmeyen hareket ettiricisidir. Bu tarihsel arka planı dikkate alan Dewey, Darwin’in eserinin bu çerçeveyi kökten biçimde değiştirdiğini öne sürer. Bu durumda felsefenin mahiyeti de kökten biçimde değişmelidir. Yeni felsefe, mutlak kökenler ya da mutlak gayeler peşinde koşmamalıdır. Bu dünyada karşımıza çıkan somut sorunlara ilişkin somut çözümleri olanaklı kılan bir yönteme yönelmelidir. Dewey, bu yöntem değişikliğinin bir anda olmayacağını düşünmektedir. Çünkü tıpkı Peirce gibi Dewey de sahip olduğumuz kavramların, soyut mantıksal formlar ya da kategorilerle sınırlı kalmayıp birtakım alışkınlıklar, yatkınlıklar ve tavırları içerdiğini düşünür (“The Influence of Darwinisim on Philosophy”,s.14). Ancak, eski yaklaşımların değişmesi de kaçınılmazdır. Dewey’in bu değişim süreci hakkındaki yaklaşımı, evrim kuramını düşünsel değişim alanına uygulaması bakımından oldukça ilginçtir. Eski yaklaşımlar bir anda değişmezler. Çünkü onlar belli alışkanlıklara ve yatkınlıklara dayanırlar. Ancak hayatiyetlerini yitirirler, ilgi alanları değişir ve zamanla tıpkı buharlaşır gibi ortadan kalkarlar. Yeni sorular ve sorunlara bağlı yeni yaklaşımlar onların yerini alır. Dewey’in bu yaklaşımı, 20. yüzyıldaki bilimsel kuramların değişim süreci hakkında yürütülen tartışmaları öncelemektedir. Bu tartışmanın bir tarafı, bilimsel kuramların değişiminin ve gelişiminin mantıksal bir açıklaması olduğunu, bunun teorik bir düzlemde ortaya konulabileceğini savunurken; diğer taraf, söz konusu değişimin ihtiyaçlara ve bilim cemaatinin değerlerine bağlı olarak gerçekleştiğini savunmaktadır. Görüldüğü gibi Dewey ,bu tartışmada ikinci tarafın yanında yer alan bir görüş öne sürmektedir. Dewey’in felsefenin mahiyetine ilişkin bu görüşleri bir yandan epistemolojinin bir yandan da değerler kuramının doğallaştırılmasını içermektedir. Doğallaştırma ile burada, doğanın ve doğanın içerisinde bulunduğu evrimsel değişimin bir parçası haline getirmek kastedilmektedir.
0 Comments
Frege, çalışmalarının odağını, mantığa ve bununla bağlantılı olarak felsefeye kaydırmış bir matematikçidir. Bazıları, kendisini analitik felsefenin kurucusu olarak kabul eder. Yaşadığı süre içerisinde yaptığı çalışmalar, dar bir çevre dışında tanınmamıştır. Matematiğin temelleri ve mantık üzerine yaptığı çalışmalar, Giuseppe Peano (18581932) ve Bertrand Russell (1872-1970) tarafından gelecek nesillere aktarılmıştır. Wittgenstein, Tractatus’ta Frege’nin çalışmalarından övgüyle söz etmiştir. Öte yandan, Frege’nin en önemli çalışmalarından biri olan Grundlagen der Arithmetik, ancak 1950’de İngilizce’ye çevrilmiştir. Frege’nin çalışmalarına olan ilgi 1960’larda artmış, 1970’lerden sonra ise Frege’nin bazı çalışmaları, analitik felsefe çalışan bir öğrencinin standart okuma metinleri arasına girmiştir. Frege, 1848 yılında MecklenburgSchwerin’de (bugün Almanya’ya bağlı Mecklenburg Vorpommern Federe Devleti’nde) yer alan Wismar’da doğdu. Babası, bir kız lisesinin kurucusu ve yöneticisiydi. Babasının ölümünden sonra annesi aynı işi sürdürdü. Çocukluktan itibaren dille ve mantıkla ilgili konularla karşılaşma fırsatı buldu. Bunun önemli nedenlerinden birisi, babasının 9 -13 yaş arasındaki çocuklar için Alman dili üzerine yazdığı bir ders kitabıydı. Bu kitabın giriş bölümü, dilin mantığı ile ilgiliydi. Frege 1869’da Jena Üniversitesi’nde öğrenime başladı. İlk dört dönemde, özellikle fizik ve matematikle ilgili yaklaşık 20 kadar derse devam etti. Aldığı dersler arasında felsefe dersleri de vardı. 1871’den itibaren Frege, çalışmalarına Göttingen’de devam etme kararı aldı. 1873 yılında Ernst Schering’in yanında doktora çalışmasını tamamladı. Doktora tezi Über eine geometrische Darstellung der imaginären Gebilde in der Ebene (Düzlemde İmajiner Biçimlerin Geometrik Temsili) başlığını taşıyordu. Bu çalışmasında Frege, projektif geometrideki bir problemi çözmeye çalışıyordu. Problem, sonsuz mesafedeki noktaların temsil edilebilmesi ile ilgiliydi. Frege, doktora derecesini aldıktan sonra matematik dersleri vermeye başladı. Matematik alanında 1879’da doçent ve 1896’da profesör oldu. Frege 1887 yılında Margarete Katharina Sophia Anna Lieseberg ile evlendi. Akademik çalışmalarını 1918’e değin sürdürdü. 1925’te Bad Kleinen’de öldü. Frege, 1874’ten 1918’e kadar süren akademik çalışmalarının büyük bir bölümünü tek bir amaca hasretmiştir. Aritmetiği mantığa indirgeyerek sağlam bir temele oturtmak. 1879 yılında yayımladığı Begriffsschrift (Kavram Yazısı) adlı eserinden 1906 yılında Russell’ın kendisine gönderdiği ve kurduğu sistemin bir paradoks içerdiğini gösteren mektuba kadar, neredeyse tamamen bu amaç için çaba sarf etmiştir. Şimdi Frege’nin neyi amaçladığını ve bunun nasıl olup da kendisini analitik felsefenin kurucusu haline getirdiğini anlamaya çalışalım. Frege’nin, aritmetiği mantıksal olana indirgeme projesi, hem sayıların tek tek tanımlanmasını hem de sayıların sırasının yakalanmasını içermektedir. Frege, 1884 tarihli aritmetiğin temelleri üzerine yazdığı eserinde (Die Grundlagen der Arithmetik, eine logischmatematische Untersuchung über den Begriff der Zahl) ve 1893 yı lında ilk ve tek cildini yayımladığı aritmetiğin temel yasaları hakkında yazdığı eserinde de (Die Grundgeseztze der Arithmetik) tek tek sayıların, saf mantıktan nasıl türetilebileceğini ortaya koymaya çalışmıştır. Ancak, sayıların tek tek tanımlanması çabasına öncelikli bir biçimde 1879 tarihli eserinde (Begriffsschrift) bir dizideki sıra kavramının mantıksal sonuç kavramına indirgenebileceğini göstermeye çalışmıştır. Frege’nin bu eseriyle geliştirmeye başladığı ideografi fikri, biçimsel mantığın gelişiminde de bir dönüm noktası olmuştur. Begriffsschrift, fonksiyonlar ve değişkenlerin biçimsel bir dil içerisinde temsil edilebilmesini sağlıyordu. Frege, matematiğin mantığa dayandığını ve mantığın içerisinden geliştiğini göstermeye çalışıyordu. Bunun gösterilebilmesi için mantığın o günkü halinden çok ileriye götürülmesi icap ediyordu. Ne Aristoteles’in kıyas kuramı ne Stoacı önermeler mantığı önermelerin ve çıkarımların temsil edilebilmesi için yeterliydi. Örneğin, Euklides geometrisinin çıkarımları, klasik mantık içerisinde ele alınamıyordu. Klasik mantık, mantık değişmezleri ile ilgili bir ilerleme sağlamış olsa da özellikle “tüm” ve “bazı” gibi ifadeleri içeren önermelerin ele alınışı, yeterince ayrıntılı değildi. Frege’nin geliştirdiği niceleme mantığı, tüm bu sorunları kökünden halletmiş ve modern mantığın gelişiminde yeni bir başlangıç olmuştur. Frege’nin geliştirdiği mantık içerisinde en karmaşık matematiksel ifadeler temsil edilebilmiş, ispatlar kendi ifade ettiği anlamda görüsel herhangi bir unsurun sızmasına izin vermeyen bir biçimde mantıksal araçlarla ele alınabilmiştir. Frege, Begriffsschrift adlı eserindeki amacını, önsözde şu şekilde ifade etmiştir: “...doğrulanmayı gerektiren tüm doğruları sadece mantık vasıtasıyla bir ispatı verilebilenler ve deneyimin olguları ile desteklenmek durumunda olanlar olmak üzere ikiye ayırıyoruz. Ancak, bir önermenin ilk türde olabilmesi, şüphesiz ki söz konusu önermenin duyuların eşliği olmaksızın insan zihninde beliremeyeceği gerçeği ile uyumludur. Dolayısıyla, psikolojik kaynağın ne olduğundan ziyade en iyi ispat yöntemi, bu sınıflandırmanın temelinde yer almaktadır. Şimdi ben, aritmetiğin yargılarının bu türlerin hangisine ait olduğu sorusunu ele almak istersem, öncelikle, aritmetikte yalnızca, tüm tikelleri aşan düşünce yasalarının desteğiyle, yani yalnızca çıkarımlar yoluyla ne kadar ilerleyebileceğimi kesinleştirmek durumundayım demektir. Benim ilk adımım, bir dizideki sıra kavramını mantıksal sonuç kavramına indirgeme ve buradan da sayı kavramına ulaşma çabası olacaktır. Görüsel olan herhangi bir şeyin gözden kaçarak buraya sızmasını önlemek için, çıkarım zincirlerinin boşluksuz olması için her türlü gayreti göstermek durumundaydım. Bu gereksinime mümkün olan en sıkı biçimde uyma çabasını gösterirken dilin yetersizliğini bir engel olarak karşımda buldum... Dile ait söz konusu eksiklik beni bu ideografi fikrine itti...” Bu alıntıdan anlaşıldığı üzere Frege, çıkarımların temsil edilmesinde tamamen mantıksal bir dizge oluşturmayı hedeflemektedir. Bu dizge içine görüsel olan hiçbir unsurun sızmasına izin vermeyecektir. Frege’nin daha geniş bağlamdaki amacı ise aritmetiğin mantığın bir alt dalı olduğunu göstermektir. Aritmetiğin doğru önermeleri, birer mantık teoremi olarak ve mantıksal bir dizgenin olanakları içerisinde ispatlanabilir. Frege’nin başardığı değişimi anlayabilmek için kendisinin kavram, nesne ve niceleyiciler ile ilgili geliştirdiği bakış açısının ayrıntılarına girmemiz gerekmektedir. Öncelikle sayı ifade eden bir önermeyi dikkate alalım. Frege’nin bu tür önermelerle ilgili yaptığı ilk tespit, bu önermelerin “kavramlarla ilgili” bir şey söylediğidir. Bir nesnenin herhangi bir sayal sayı kadar olduğunu söylemek, esasen belli bir kavramın altına düşen belli bir sayıda nesne olduğunu söylemektir. Bir başka deyişle, bu tür önermeleri “n tane F vardır” biçimindedir. Dolayısıyla, sayısal önermelerin çözümlenmesi, kavramların mantık içerisinde nasıl ele alınabileceğini açıklamamızı gerektirir. Frege bu noktada, fonksiyonlardan yararlanır. Bir örnek olmak üzere, toplama fonksiyonunu ele alalım. Toplama fonksiyonu sıralı üçlülerden oluşur. Sıralı üçlünün ilk iki sırasındaki sayılar, fonksiyonun tanım kümesini, üçüncü sıradaki sayı ise değer kümesini teşkil eder. Örneğin 1, 3, 4 sıralı üçlüsü, toplama fonksiyonunun bir özellemesidir. Çünkü “1 + 3 = 4” önermesi doğru bir önermedir. Şimdi toplama fonksiyonu ile oluşturduğumuz basit bir denklemi ele alalım: x + 3 = 4. Bu denklem, bir önerme ifade etmez. Belli bir doğruluk değeri yoktur. Günümüzde mantıkta bu tür ifadelere, önermelerden farklarını belirtmek için açık önerme adını veriyoruz. Söz konusu açık önerme, bir değişken (“x”) içermektedir. Bu değişken, doğal sayılar kümesinden değerler alıyor olsun. Örneğin “1” sayısı bu denklemi sağlar. “1”in söz konusu denklemi sağlaması demek, “x” yerine 1 koyduğumuzda doğru bir önerme elde ederiz demektir. Böyle bir açık önermeye gerçeklenebilir bir önerme diyoruz. Frege, kavramları tıpkı yukarıda ifade ettiğimiz denklemdeki gibi açık önermeler cinsinden ele almakta ve onlara “tamamlanmamış simgeler” adını vermektedir. Bir bakıma kavramlar, kendilerini sağlayan nesneler tarafından doldurulacak boşluk veya (ya da ikili ve daha çoklu bağıntılar söz konusu olduğunda) boşluklar içerirler. Örneğin “dünyanın uydusu” kavramını “x dünyanın uydusudur” biçiminde bir açık önermeyle ifade edebiliriz. Söz konusu açık önermeyi, dünyanın uydusu olduğu için “ay” sağlamaktadır. Açık önermeleri kapalı hale getirmenin bir yolu, görüldüğü gibi, bir nesneyi (daha doğrusu nesneye işaret eden bir terimi), söz konusu değişkenin yerine koymaktı r. Ancak tek yol bu değildir. Frege’nin devrim niteliğindeki buluşu şu şekilde ifade edilebilir: Niceleme, açık önermeleri kapalı hale getirme, yani açık önermeleri doğruluk değeri taşıyan önermelere dönüştürme işlemidir. Yine “dünyanın uydusu” kavramını ele alalım. Fx: x dünyanın uydusudur olarak tanımlansın. (I) Tüm x’ler için Fx’tir. (II) Bazı x’ler için Fx’tir. Yukarıdaki önerme biçimlerinden (I), tümel bir önerme biçimi olup tümel bir niceleyici (tüm) içermektedir. (II) önermesi ise tikel bir önerme biçimi olup tikel bir niceleyici (bazı) içermektedir. Her iki önerme de söz konusu değişken “x”in değer aldığı alana bağlı olarak belli bir doğruluk değeri taşımaktadır. Örneğin, tüm şeyleri değer alanı olarak belirlersek (I) yanlış, (II) ise doğru olacaktır. Aynı önerme “Gxy: x, y’nin uydusudur” yüklemini kullanarak ve dünya yerine bir sabit terim koyarak da ifade edilebilir. “a” sabit bir terim olarak dünyanın yerine geçsin: (III) Tüm x’ler için Gxa’dır. (IV) Bazı x’ler için Gxa’dır. Görüldüğü gibi, niceleyici içeren tüm önermeler içerdikleri birli, ikili, n’li bağıntılar uygun önerme eklemlerini de tanımlayarak biçimsel mantık içerisinde temsil edilebilir hale gelmiştir. Niceleyicilerin bu şekilde ele alınmasının bir diğer avantajı da klasik mantıkta mümkün olmayan bir biçimde sayısal ifadelerin temsil edilebilmesidir. Örneğin, “Dünyanın bir ve yalnız bir uydusu vardır.” ifadesini, mantığımıza özdeşlik simgesini (“=”) katarak kolayca ifade edebiliriz: En az bir x vardır ki Gxa’dır ve eğer herhangi bir y için Gya ise x=y’dir. Benzer biçimde tüm diğer sayısal ifadeler, “tam olarak iki”, “en az iki”, “en fazla bir”, “en az iki” vb. herhangi bir muğlaklığa yol açmaksızın Frege’nin geliştirdiği mantık içerisinde temsil edilebilir. Frege, geliştirdiği niceleme mantığı içerisinde karmaşık matematiksel önermeleri ve bu önermeleri içeren mantıksal çıkarımları temsil edebilme olanağına sahip olmuştur. Dolayısıyla sıra, tek tek sayıların tanımlanmasına gelmiştir. Projesinin bu kısmına giriş olarak Frege, 1884 yılında Die Grundlagen der Aritmetik’i (Aritmetiğin Temelleri) yayımlar. Bu kitap, ilki gibi teknik notasyonları içermez. Birçok felsefe tarihçisine göre Grundlagen yazılış biçimi, kanıtlamaların sunuluşu vb. itibariyle felsefe tarihinde yazılmış en başarılı analitik metinlerden birisidir. Frege, öncelikle aritmetiksel önermelerin statüsü ve sayal sayının mahiyetine ilişkin mevcut kuramları eleştirel bir biçimde ele alır. Bunların her birinin neden kabul edilemez olduğunu ayrıntılı kanıtlamalar vererek gösterir. Ta ki kendi önerdiğinin haricinde aritmetiğin ve sayal sayının açıklanmasında geçerli başka bir kuram kalmayıncaya kadar. Daha sonra bir süre, ilk iki kitabında öne sürdüğü kavram ve nesne anlayı şını netleştirmek üzere çalışır. Bu çalışmalarının sonuçlarını 1891 yılında verdiği Funktion und Begriff (Fonksiyon ve Kavram) başlıklı derste sunar. Aritmetiğin temellerine ilişkin yaklaşımının artık olgunlaştığına ikna olduğundan, söz konusu temellerin biçimsel bir sunumunu yapmaya karar verir ve Grundgesetze der Aritmetik’in (Aritmetiğin Temel Yasaları) ilk cildini 1893 yılında yayımlar. Grundgesetze biçimsel ve teknik bir metindir. Felsefî tartışmalar ve temellendirmeler yoktur. Birinci kısımda, sadece kullandığı biçimsel dilin anlambilimine ilişkin bir sunum bulunmaktadır. İkinci kısım ise ayrıntılı türetimleri içerir. Sonlu sayal sayılar olarak doğal sayıların inşası gerçekleştirilir. Grundgesetze’nin ikinci cildi, on yıl sonra 1903’te yayımlanır. İkinci kısmın sonu, ikinci ciltte sunulur. Üçüncü kısımda gerçel sayıların inşasına ilişkin tartışmalar başlar. Bu tartışmalar, Grundlagen’de sayal sayılara ilişkin tartışmanın bir benzeridir. Bu kez gerçel sayılara ilişkin farklı kuramlar eleştiriye tâbî tutulur. Fakat ikinci cildin sonunda tamamlanmaz. Bir üçüncü cilt ise hiçbir zaman yayımlanmamıştır. Sonuçta Frege, sayal sayıyı nasıl ele almakta ve nasıl tanımlamaktadır? Bunu anlayabilmek için öncelikle birinci düzey ve ikinci düzey biçimsel mantık arasındaki ayrıma dikkat etmemiz gerekir. Birinci düzey niceleme mantığında, niceleyiciler değişkenleri nicelerler. Bir başka deyişle, “tüm x’ler için” ya da “bazı x’ler için” biçimindeki ifadelerden başka niceleyiciler birinci düzey mantıkta yer almaz. İkinci düzey niceleme mantığında ise yüklemlerin de nicelenebildiğini görürüz. Bir bakıma ikinci düzey mantık, sadece yüklemlerin kaplamlarındaki nesneler hakkında değil bizatihi yüklemlerin kendileri hakkında konuşabildiğimiz bir mantıktır. Frege sayal sayıları ikinci düzey yüklemler mantığında tanımlamaktadır. Biraz önce “Belli bir yüklemi sağlayan bir ve yalnız bir nesne vardır.” önermesinin biçimini ifade etmiştik. Şimdi bu önerme biçimini sağlayan yüklemleri dikkate alalım. Bu yüklemlerin kaplamlarında sadece bir birey bulunmaktadır. Frege’ye göre Bir sayısı, ikinci derece yüklemler mantığında, birinci derece yüklemler mantığındaki söz konusu ifadeyi sağlayan tüm yüklemlerin kavramıdır. Bir bakıma Bir sayısının kendisi kaplamında bir birey bulunan yüklemlerin kümesidir. Sıfır sayısı kaplamında hiçbir birey bulunmayan (bu itibarla da çelişik olan) yüklemlerin kavramıdır. Benzer biçimde, diğer tüm sayılar da ikinci derece yüklemler mantığında artık tanımlanabilmektedir. George Edward Moore, 1873 yılında bir doktorun oğlu olarak Londra’nın banliyösünde doğdu. Dullwich College’da ve 1892’den itibaren Cambridge’de Trinity College’da öğrenim gördü. 1898’de Tirinity College’da akademi üyesi (İng.fellow) ünvanı aldı. Cambridge’deki ilk yılının sonunda, kendisinden iki sınıf ileride bulunan Bertrand Russell ile tanıştı. Russell, kendisini felsefe okuması için teşvik etti. Moore, 1925-1939 yılları arasında, Cambridge Üniversitesi’nde zihin felsefesi ve mantık profesörü olarak akademik çalışmalarını sürdürdü. Moore, sağduyuya dayalı felsefe anlayışının önde gelen savunucusudur. Ahlâk felsefesi alanında doğalcılık karşıtı anlayışı savunmuştur. Kendi adıyla anılan bir paradoksu ortaya koymuştur. Yaşadığı dönemde, felsefe camiasında oldukça etkili olmuştur. Mind dergisinin editörlüğünü üstlenmiştir. 1918 ve 1919 yıllarında Aristotelian Society’nin başkanlığını üstlenmiştir. 1958 yılında hayata veda etmiştir. Gottlob Frege, Bertrand Russell ve Ludwig Wittgenstein ile birlikte, adı analitik felsefe geleneğinin kurucuları arasında yer alır. İngiliz felsefesinde idealist yaklaşımların etkisinin ortadan kaldırılması sürecinde, son derece etkili ve belirleyici olmuştur. Çok açık ve konuları kuşatan bir yazı dili geliştirmiştir. Genel olarak felsefenin, bilimlerle karşılaştırıldığında yeterince ilerlemeci olmadığından yakınmıştır. Ahlâk felsefesi üzerine görüşlerini ifade ettiği Principia Ethica başlıklı kitabı ile “The Refutation of Idealism”, “A Defence of Common Sense” ve “A Proof of the External World” başlıklı makaleleri en etkili eserleri sayılmaktadır. Moore, “sağduyuya dayalı” önermeler olarak adlandırdığı bir grup önermeyi ayırt eder. Bunları iki grupta ele alır. İlk grupta yer alan önermelere örnek olarak şunları verebiliriz: Moore, bir insan bedenine sahiptir. Bedeni belli bir zaman önce doğmuş ve o zamandan bu zamana kesintisiz olarak yerkürenin üzerinde varlığını sürdürmüştür. Zaman içerisinde değişimlere uğramıştır. Diğer birtakım üçboyutlu, hacme ve biçime sahip nesnelerle farklı zamanlarda, belli mesafelerde birlikte var olmuştur. Bu önermeler, yaşayan başka insan bedenleri için de söylenebilir. Dünya, benim bedenimim var olmasından çok uzun zaman öncesinden beri vardır. Üzerinde, pek çok insan bedeni yaşamış ve ölmüştür. Bedenim farklı türlerde deneyimlere (çevremdeki nesneler ve diğer bedenlerle ilgili algılara) sahip olmuştur. Farklı bedenlere sahip insanlar da bu tür deneyimlere sahip olmuştur. Moore, ayrıca bu önermelere şu ikinci önermeyi (ya da önerme grubunu da ekler): Diğer insanlar da Moore’un kendisi ve çevresi ile ilgili bildiği önermeleri, kendi deneyimleri dahilinde bilirler. İşte bu iki grupta yer alan önermeler bir araya getirildiğinde “sağduyuya dayalı dünya görüşünü” oluşturur. Moore bu önermeleri (burada sözcük sözcük çevirmediğimiz biçimde) ayrıntılı olarak ifade eder. Bunların arasına Tanrı’yla, evrenin oluşumuyla ilgili birtakım önermeleri, ne kadar çok insan bunlara inanıyorsa inansın, katmaz. Moore’a göre ben bu önermelere sadece inanmakla kalmam, belli bir kesinlikle doğru olduklarını da bilirim. Söz konusu önermeleri reddetmek, bir çelişki içermez. Bu itibarla da bu önermeler, bir zorunluluk içermez. Ancak Moore’a göre, bu tür sağduyuya dayalı önermeler, felsefeye başlamak için varsayılan önermelerdir. Bunun anlamı, hiçbir felsefecinin bunları inkâr etmediği değildir. Nitekim felsefe tarihinde, bu önermeleri reddeden felsefeciler de olmuştur. Ancak Moore’a göre, bu önermeleri reddetmeleri o felsefecilerin kendi görüşlerini kabul edilmez kılar. Örneğin, söz konusu bu önermeler hakkında kuşkucu bir yaklaşım sergileyen, bu konuda kitaplar veya makaleler yazan bir felsefeci, bu söylediklerini diğer insanların okuması ve eleştirmesi için söylemektedir. Başkalarının doğru kabul ettiği bazı önermelerin olduğunu ancak, bunlardan şüphe duyduklarını ifade etmektedirler. Bu durumda, aslında, kuşkucu yaklaşımlarının reddettiği bazı düşünceleri, baştan kabul etmeksizin bu yaptıklarını yapamazlar. Kuşkucu yaklaşımı savunan bir felsefeci, bizim felsefe öncesi birtakım bilgilerimizi sorgulamakta ve eğer kendisine yeterli delili sunamazsak, bu bildiğimizi iddia ettiklerimizi aslında bilmediğimiz bize söylemek için hazır beklemektedir. Moore’un bu noktadaki bakış açısı, bir seçimle karşı karşıya olduğumuzdur. Felsefe öncesi sağduyuya dayalı kanaatlerimizle felsefî kuşkuculuğun bir ilkesi arasında, hangisine daha fazla güven duyacağımız konusunda bir seçimdir bu. Moore’un bu konudaki tavrı ise açıktır. Sağduyuya dayalı kanaatlerimize güvenimiz, asla bir felsefî ilkeye olan güvenimizle kıyaslanamaz. Çünkü felsefecilerin sağduyuya dayalı bilgilerimize önceliği olan ve daha güvenilir bir bilgi türüne sahip olduklarını düşünmek için geçerli bir sebebimiz yoktur. Moore, neden bu nokta üzerinde bu kadar durmaktadır? Moore’un mücadele ettiği ve karşı çıktığı felsefe geleneği, söz konusu sağduyuya dayalı önermeleri sorgulayan bir tür idealist felsefedir. Moore’un, Cambridge’te öğrenim gördüğü dönemde hakîm olan felsefe anlayışı budur. En azından Moore’un bu felsefe geleneğini anlayış biçimi böyledir. Felsefe, bu tür önermeleri sorgulayarak işe başlamamalıdır. Felsefe, söz konusu önermeleri nasıl olup da bildiğimizi açıklamalıdır. Bunu yapabilmenin ilk aşaması ise bu tür önermeleri bildiğimizi iddia ettiğimizde, bildiğimizin aslında ne olduğunu ortaya koymaktır. Moore, bu noktadan hareketle felsefî çözümleme yöntemini iki konuya, etiğe (ahlâk felsefesine) ve dış dünyanın bilinmesine yönlendirmiştir. Peirce, Harvard’lı bir matematikçinin oğludur. Genç yaşlarından itibaren bilimsel ve teknik konularda eğitim almıştır. Kendisinin sık sık bir laboratuvarda büyütüldüğünü söylediği anlatılır. Uzun yıllar boyunca yeryüzünün ölçümlenmesine ilişkin mühendislik uygulamaları konusunda çalışan United States Coast and Geodetic Survey’de çalışmıştır. Genel olarak, hassas ölçümleme konusu ile ilgilenmiş, sarkaçlar kuramına bazı katkılarda bulunmuştur. 1886’da mantıksal işlemlerin elektrik devreleri tarafından gerçekleştirilebileceğini iddia etmiş ve bu itibarla modern bilgisayarların işleyişini öngörmüştür. Peirce, erken yaşlardan itibaren felsefeye ilgi duyar. Kant ve Hegel’in metinleri üzerinde çalışır. İlgisi özellikle mantık ve olasılık kuramı üzerinde yoğunlaşır. 19. yüzyıla gelene kadar genel olarak Aristoteles’in mantık kuramı geçerliliğini korumuştur. Aristoteles mantığının aşılması ve mantığın günümüzdeki biçimiyle geliştirilmesi 19. yüzyılın ikinci yarısında yapılan çalışmalar sayesinde mümkün olabilmiştir. Öte yandan, bu konuda Peirce’in geliştirdiği orijinal görüşlerin etkisi de tartışma götürmez. Frege, özellikle tümdengelimsel mantığın bugün ayrılmaz bir parçası olan niceleme mantığını geliştirmiştir. Tümdengelimsel mantık üzerinde, Peirce’ın da çalışmaları bulunmaktadır. Öte yandan, Peirce’ın ilgi alanı bununla sınırlı kalmamış, bilimlerin gelişimi açısından son derece önemi olan tümevarım mantığı konusunda da özgün çalışmalar yapmıştır. Bunların yanı sıra, olgulardan başlayan ve bu olgulardan hareketle,söz konusu olguları en iyi biçimde açıklayan varsayımı ortaya koymaya çalışan, abdüktif çıkarım konusu ile de özellikle ilgilenmiştir. Günümüzde bu çıkarım biçimi, akıl yürütme ile en iyi açıklamaya ulaşma olarak da anılmaktadır. Bilime ve mantığa olan bu ilgisinin yanı sıra Peirce, metafiziksel bir dizge geliştirme çabasından da uzak durmamıştır. Darwinci evrim kuramının bazı yaklaşımlarını Hegel’in düşünce sistemine benzer, mutlak bir idealizm ile birleştirmeye çalışmıştır. Peirce, gerçekliğin özü itibariyle zihinsel bir içeriği olduğunu ve aklî bir amaca doğru devindiğini savunmuştur. Ancak Peirce’ı günümüzde de tartışmaya değer kılan bu metafiziksel yaklaşımları değildir; kendisinin pragmatizm olarak adlandırdığı bir düşünce biçimidir. “Pragma” amel ya da fiil (edim) anlamlarına gelen Yunanca bir sözcüktür. Peirce, bu sözcüğü düşünsel olanla (kavramlar, kanılar, kuramlar vb.) kılgısal / pratik olan (edimler, eylemler vb.) arasındaki sıkı bağları ön plana çıkarmak üzere kullanmaktadır. Peirce, pragmatizim yerine bazen pratikçilik ya da eleştirel sağduyuculuk terimlerini de kullanmıştır. Bir sonraki alt bölümde John Dewey’in görüşlerini incelerken, Dewey’ın kullandığı araçsalcılık teriminin pragmatizm ile çok yakın bağları olduğunu göreceğiz. Dewey, kullandığımız kavramların araçsal bir işleve sahip olduklarını vurgulamak üzere bu terimi kullan maktadır. Bu itibarla Deweyde tıpkı Peirce gibi edimsel olanla düşünsel olan arasındaki bağları ön plana çıkarmaktadır. Zaman içerisinde pragmatizm, Peirce’ın kastettiğinden çok farklı anlamlarda kullanılmaya başlanmıştır. Bunun üzerine Peirce, kendi görüşlerini adlandırmak üzere pragmatisizm sözcüğünü ortaya atmış ve “çalmayı düşünenlerden emin olacak kadar çirkin” bir sözcük olduğunu söylemiştir. |
Kategori
All
|