Fransız aydınlanmasının önde gelen temsilcilerinden biri de 1689-1755 yılları arasında yaşayan Montesquieu’dur. Siyaset ve hukuk felsefecisi ve toplumsal konularda etkili bir eleştirmen kimliği ile belirginleşmiştir. Fransa’nın güney batısındaki Brede şatosunda doğdu. Babası aristokrat sınıfından bir subaydı. Katolik Juilly kolejinde okuduktan sonra Bordo Parlementosunda görev aldı. Bu arada İngiltere’de Büyük Devrimin (1688-1689) ardından parlementer monarşiye geçilmesiyle birlikte oluşan göreli özgürlük ortamını yakından izleyerek hayranlık duydu. Fransa’da XIV. Louis, uzun bir saltanattan sonra 1715’te ölmüş, yerine XV. Louis geçmişti. Yönetim anlayışında hiçbir reform olmaması kendisini rahatsız etmiş, İngiltere’deki reformcu anlayıştan etkilenerek Fransa’nın devlet düzenine karşı eleştirel yazılar yazmıştır. Söz konusu etkiler altında kaleme aldığı ilk yapıtı, 1721 tarihli İran Mektupları’dır. Fransa’daki politik koşullar, toplum yapısındaki ve kilise düzenindeki ussallık dışı ögeler eleştirilmektedir. 1734’te Romalıların Görkem ve Yozluklarının Nedenleri Üzerine İrdelemeler, 1748’de ise başyapıtı olan Yasaların Ruhu yayımlandı. Yapıt hızlı bir etki yarattı. Fransa’da hem rejim yandaşları, hem de karşıtları tarafından düşmanca karşılandı. Katolik kilisesi yapıtı mahkûm etti ve 1751’de yasaklı yapıtlar listesine aldı. Buna karşılık Avrupa’nın geri kalanın da ve İngiltere’de övgüyle karşılandı. Montesquieu, Yasaların Ruhu’nda karşılaştırmalı toplum, hukuk ve yönetim tarzları incelemesine girişir. Bu açıdan çalışmanın karşılaştırmalı toplumbilimsel gözlem olarak da özel bir yeri vardır. Ancak yapıtta amacı topladığı çok sayıda tikel olguyu kaydetmek ya da betimlemek değildi; bu veriler aracılığıyla toplumsal, politik ve hukuksal fenomenleri aydınlatmak istiyordu. İncelemeleri sonunda toplumsal olguları yöneten birtakım evrensel ilkeler ya da yasalar bulunduğu sonucuna varmıştır. Bu ilkelere kendiliğinden uyan tekil durumlar olduğunu öne sürmektedir. Tüm ulusların tarihi de bu evrensel yasaların sonucu olarak tezahür etmektedir. Her özel yasa da daha genel olan bir başka yasaya bağlı görünmektedir. Montesquieu böylece öne sürdüğü toplum, yönetim biçimi ve hukuk öğretisi bakımından daha çok tarihsel verilerden çıkardığı genellemelerle belirginleşmektedir. Bu şekilde yaklaşımı olgu toplayan bir bilim adamından ziyade bir tarih felsefecisi bakış açısıyla oluşmuştur: Buna göre, söz gelimi, değişik toplumlardaki değişik pozitif hukuk sistemleri,yörenin iklimi, ekonomik koşulları, insanların yaşam biçimi yönetim biçimlerinin doğası ve ilkeleri tarafından belirlenmektedir. Bu koşulların bütünlüğü ona göre yasaların ruhunu oluşturmaktadır. Montesquieu ilk olarak yasaların hükümetle ilişkilerinden söz eder. Ona göre cumhuriyetçi, monarşik ve despotik olmak üzere üç yönetim biçimi vardır. Bir cumhuriyet yönetimi demokratik bir nitelikte olabilir: Bu durumda halkın istenci yönetim erkini, bir başka deyişle en üstün gücü elinde tutuyor demektir. Cumhuriyet yönetimi bir aristokrasi biçiminde de olabilir. Bu durumda halkın sadece bir bölümü yönetim erkini elinde bulundurabilir. Monarşi yönetim biçiminde prens, devleti belli temel yasalarla uyum içinde yönetir. Kuşkusuz kendisine yardımcı ara güçler de vardır. Despotik bir devlette ise böyle temel yasalar yoktur. Bu şekilde yönetilen ülkelerde dinin etkisi fazladır. Din hükümleri yasaların yerini almış olarak görünür; dine daha yakın olarak, gelenek ve göreneklerin de yasa ayarında etkili olması çok rastlanan bir durumdur. Cumhuriyetçi hükümetin etik ilkesi yurttaşlık erdemidir. Monarşik hükümetinki onur, despotizminki ise korkudur. Montesquieu’ya göre, bu hükümet biçimleri ve bunların ilkeleri verildiğinde belli yasal sistem tarzları yürürlükte olacaktır. Kuşkusuz bu yönetim biçimleri tam da burada betimlendiği biçimde olgusallaşmış olmayabilir: Hatta bazıları bu sınıflamayı tarihsel verilerle desteklenmediğini öne sürerek yapay bir sınıflama diyerek eleştirmişlerdir. Ne var ki bu sınıflama olabilecek olanı ya da olması gerekeni göstermektedir. Söz gelimi, belli bir cumhuriyette insanların erdemli oldukları değil, ama olmaları gerektiği imlenmektedir. Belli bir monarşide ise insanların bir onur duygusu taşıdıkları ya da taşımaları imlenmekte ve tikel bir despotik devlette ise insanların korku duygusu taşıdıklarını değil, ama taşıyor olmaları doğal olur biçiminde bir anlam çıkmaktadır. Yasa koyucu yasaların olgusal yönetim biçimine karşılık düşmesini sağlamaya çalışacaktır. Ama zorunlulukla karşılık düşmeleri çok zor olabilir ya da gerçekleşmeyebilir. Yasaların belirlenmesinde iklimin ve ekonomik koşulların da önemli etkileri olduğu Montesquieu’nun temel tezlerinden biridir. Çünkü iklim bir halkın karakter ve heyecan yapısının biçimlenişinde etkili olmaktadır. Örneğin bu açıdan Norveç halkının karakteri ile İspanyol halkınınki aynı değildir. Dolayısıyla yasalar o halkın karakter yapısına öyle uygun olmalıdır ki, bir başka toplumun yasalarına uyarlanması söz konusu olmamalıdır. Kuşkusuz iklim koşulları ve ekonomik koşulların anlıksal hiçbir denetimi kabul etmeyecek şekilde yasaları belirleyiciliğinden söz edilmemektedir, yine de belli ölçüde etkili olacağı yadsınamaz. Bilge bir yasa koyucu, yasayı ülkenin iklim ve ekonomi koşullarına uyarlayacaktır. Burada Montesquieu’nun hukuk kuramı adına iki önemli sonucu vurgulamak gerekir. Birincisi; empirik verilerin gözlemlenmesine dayalı olarak çıkarımlanan hukuk sistemleri düşüncesidir. Tarihsel verilerden birtakım genellemeler yapıldığı dikkati çekmektedir. Bu genellemeler toplumsal ve politik yaşamın ileriye dönük bir yorumu için bir varsayım görevi görebilecektir. İkincisi; insan toplumlarında iş başında olan idealler düşüncesi bağlamında oluşturulan bir tipler kuramı karşımıza çıkmaktadır. Buna göre her politik toplumun, belli bir idealin tam olmayan bir somutlaşması olduğu düşünülebilir; Bu ideal, toplumu biçimlendirmede örtük bir etmen olarak işlev görmekte ve toplum ona ya yaklaşmakta ya da ondan uzaklaşmaktadır. Yasa koyucunun görevi bu işlevsel idealin doğasını ortaya çıkarmak ve ilerleyen yönünü de dikkate alarak yasal düzenlemeyi yapmaktır. Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, bu yaklaşım tarihsel verilere dayalı göreli bir yaklaşımdır. Bir filozofun hukuk sistemlerini karşılaştırıp değerlendirmede bulunabilmek için başvurabileceği mutlak nitelikte hiçbir ölçüt yoktur. Montesquieu, kutsal yasaları da kabul etmekteydi. Tanrı dünyanın yaratıcısı ve koruyucusu olarak fiziksel dünyayı yöneten yasaları belirlemiştir; insan da fiziksel bir varlık olarak başka cisimler gibi değişmez yasalar tarafından yönetilir. Bununla birlikte, ussal bir varlık olarak insan, çiğneme yönelimi gösterebildiği bazı yasalara da konu olabilmektedir: Bunlardan bazılarını kendisi yapmıştır bazıları ise ona bağımlı değildir. Bu son tümce ile insan eliyle konulmuş yasalara önsel olan ya da onların dışında kalan başka birtakım yasaların varlığı da imlenmektedir. Bunlar Montesquieu’nun ifadesine göre “tüm pozitif yasalara önsel olan doğa yasalarıdır. Bunların kökeni insanın fiziksel varlığıdır. Onun için bunlara doğa yasası denmektedir. Bu düşüncenin kuramın öteki yanlarıyla tutarlı olup olmadığı tartışılabilir. Ne var ki politik toplumun uyguladığı tüm pozitif yasalara önsel olan bir doğal ahlak yasasının varlığını kabul etmiş oluyordu. Şu halde pozitif hukuk yasalarını değerlendirmek için siyasi ve hukuksal kurumların deneyimci (empirik) ve tümevarımcı bir irdelenmesi gerekir. Bu karşılık doğal yasa kuramını geleneğe bağlı olarak kabul etmiştir, ama bu sisteminde iğreti bir nokta değil, somut ve esaslı bir noktadır. Montesquieu’nun kuramında bir başka önemli nokta özgürlük kavramıdır: Kendisi tam bir özgürlük yandaşı idi. Despotizme karşı olduğu için, doğal olarak özgürlükçü bir anayasanın en iyi anayasa olduğuna inanıyordu. Yasaların Ruhu’nun on birinci ve on ikinci bölümlerinde, özgürlük kavramına politik bağlamda kullanıldığı biçimiyle bir anlam vermeye ve ardından özgürlüğü güvenlik altına alacak koşulları irdelemeye girişir. Ona göre “Politik özgürlük, sınırsız bir özgürlük değildir, sadece istememiz gerekeni yapma gücünden ve istememek gerekir dediğimiz şeyi yapmaya zorlanıyor olmamaktan oluşur.” Ve yine belirtir ki, özgürlük yasaların izin verdiği her şeyi yapma hakkıdır; hiçbir yurttaş yasa onun kendi eğilimini izlemesine izin veriyorsa, o zaman tek bir tikel yolda davranmaya zorlanamaz. Hiç kimse yasaların izin verdiği sınırlar içinde davranmaktan alıkonamaz. Bundan sonra Montesquieu, politik özgürlüğün güçlerin ayrılığı ilkesini nasıl içerdiğini serimlemeye girişir: O, öncelikle yasama, yürütme ve yargı güçlerinin kesinlikle birbirlerinden ayrılmaları gerektiği önerisinde bulunur; yasal bir yönetim biçiminde bu temel erkler tek bir insanın yetkisine ya da tikel bir insan grubunun yetkisine bırakılamayacak denli önemlidirler. Bunlar birbirlerinden o şekilde bağımsız olmalıdır ki, birbirleri üzerinde denetleyici bir etkide bulunmaları önlenmiş olsun ve bu şekilde, despotizme ve gücün tiranca kullanımına karşı bir koruyuculuk görevini de yerine getirebilmiş olsunlar. Özgürlüğe ilişkin bu belirlemelerine Montesquieu, İngiliz anayasasına ilişkin irdelemeleri sonucu varmıştır. Taşıdığı özellikler nedeniyle bu anayasanın çok büyük bir hayranıydı. Yaptığı empirik araştırmalar, Çin, Yahudi, Grek, Roma gibi devletlerin anayasalarında politik özgürlüğün, İngiliz anayasasındakinin çok uzağında olduğunu göstermekteydi. Gerçekte İngiliz anayasasında “güçlerin ayrılığı” ilkesi, soyut bir ilkenin salt bir uygulanışı değil, uzun bir gelişim sürecinin sonucudur. 1688 devriminden sonra devlet yönetiminde Parlementonun üstünlüğü kabul edilmiştir ve güçlerin ayrılığı ilkesi de bunun bir sonucu olarak anayasaya girmiştir.” Yargıçlar henüz yasama erkinin oluşturduğu anlamda bir güç oluşturmuyorlardı ama tek erkin ya da bunun bakanlarının keyfi bir denetimleri altında da bulunmuyorlardı. Montesquieu’nun burada yapığı şey bu anayasanın somut özelliklerine dikkat etmek ve bunları değerlendirmekti. Kaldı ki bu ilkenin derhal kendi ülkesinde de uygulanabileceği gibi bir hayale kapılmamış, sadece yeni bir ideali vurgulamıştır. Onun bu güçleri dengeleme konusundaki görüşleri yine de hem Amerika’da hem de Fransa’da önemli bir etki yaratmıştır. Özellikle 1791 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildir gesinde politik özgürlüğe ilişkin görüşleri önemli ölçüde belirleyici olmuştur.
0 Comments
Karl Heinrich Marx (1818-1883) Hegel’in geniş kapsamlı idealist evren siteminin diyalektik ögesini alıkoyarak maddeci temellerde yepyeni ve kuşatıcı bir evren sistemi geliştirdi. Hegel’in baş üzerinde durduğunu öne sürerek onu ayakları üzerine oturtmanın gerçeklikle bağdaşan, doğal bir girişim olacağını düşünüyordu. Bu nedenle Hegelci sistemin idealist ögesini tümüyle bir tarafa bırakarak diyalektik yöntemi maddeci temeller üzerinde uygulama yoluna gitti. Çünkü maddenin gelişim sürecinin diyalektik yasalara uygun olarak işlediğine bir biçimde inanmıştı. Marx’ın en ünlü teorileri aslında ekonomi politik alanına ilişkindir. Bu teoriler onu ayrıca büyük bir toplumbilim kuramcısı yapmıştır. Bu incelemenin sınırları içinde Marx’ın tüm alanlara ilişkin kuramlarını açımlamak olanaklı değildir. Biz burada sadece felsefeyi doğrudan ilgilendiren görüşleri üzerinde açımlama yapma yoluna gideceğiz. Bu arada Marxist öğretiyi hemen hemen birlikte kotardıkları kader arkadaşı Engels’e de bağlam içinde yer verilecektir. Karl Marx, Almanya’da Trier’ de doğdu. Yahudi bir avukatın en büyük oğludur. Babası 1816’da Luther’e hayranlığından dolayı Protestan oldu, Marx 1824’te vaftiz edildi. Babasının dinsel kanıları genelde pek derin olmadığı için, Kantçı ussalcılık ve politik liberalizm gelenekleri içinde yetiştirilmiştir. Trier’deki okul eğitiminden sonra, Bonn Üniversitesinde hukuk okumaya başladı, bir yıl sonra hukuk eğitiminden vazgeçerek, Berlin Üniversitesinde geçip felsefe eğitime başladı. 1841’de Jena Üniversitesinden doktora derecesi aldı. Tez başlığı: Demokritos ve Epiküros’un Doğa Felsefeleri Arasındaki Ayrım Üzerine’dir. Bundan sonra Marx, bir süre Doktorklub adlı bir grubun üyeliğini yaptıktan sonra, 1842 de Reinische Zeitung’un yayıma hazırlanmasına katkıda bulunmaya başladı. Bu görev, somut politik, toplumsal ve ekonomik sorunlar alanında hızla gelişmesine yol açtı. Bu alandaki çalışmaları onu felsefenin kuramsal olmaktan daha çok uygulamalı bir etkinlik olması gerektiği noktasına getirdi. Bunun sonucu olarak, felsefecinin görevinin sadece dünyayı anlamak olduğu biçimindeki Hegelci anlayıştan daha şimdiden uzaklaşmış görünüyordu. Tersine dünyayı anlamak artı k yeterli değildi, onu yine felsefe yoluyla değiştirmek gerekiyordu. Yine edimsel durum üzerine düşünceleri Marx’ı, Hegel’in devlet kuramına yönelik eleştirel bir tutum almaya yöneltti. 1841-1843 arasındaki bu dönemde, Hegel’in devlet kavramına karşı bir eleştiriyi Kritik des Hegelschen Staatsrechts başlığı altında yayımlamıştır. Hegel’e göre nesnel tinin diyalektik gelişiminde aile ve yurttaş toplumu sadece birer evre iken devlet, nesnel tinin en yüksek anlatımıdır ve bu nedenle “özne” dir. Aile ve toplum da onun yüklemleridir. Oysa Marx’a göre bu, doğal akışı bozmaktan başka bir şey değildir. Çünkü asıl özne olan aile ve yurttaş toplumudur. Bunlar insan toplumundaki temel olgusallıklardır. Oysa devlet soyut bir tümel, insan yaşamından ayrı ve onun üstünde duran yönetsel ve bürokratik bir kurumdur. Marx’a göre, Hegel tarafından kavrandığı biçimiyle insan devlette kendi gerçek doğasına yabancılaşmaktadır. Çünkü ‘İnsanın gerçek yaşamı devlette var oluyor.’ biçiminde düşünülmektedir, oysa Devlet bireysel insanların ve çıkarlarının karşısında ve üstünde durur, bu nedenle kamusal ve özel çıkarlar arasında bir çelişki söz konusudur. 1843 başlarında Reinische Zeitung’un yayın yaşamına yetkililer tarafından son verilince yeni bir yayımcılık girişimi amacıyla Paris’e gitti. Burada pek çok önemli kişi ile tanışmasının yanı sıra en önemlisi 1844 yılında Engels ile karşılaşmasıdır. Bilindiği gibi bu iki arkadaş diyalektik matertyalist öğretinin neredeyse aralarında ayrım gözetmeden birlikte temsilcileridir. Marx’a öğretilerini geliştirmekte madden manen yardımcı olan Friedrich Engels (1820-1895) ise zengin bir sanayicinin oğluydu. 1841 yılında askerlik görevi için Berlin’de bulunduğu sırada önce Bruno Bauer çevresi aracılığıyla idealizmi benimsedi ama çok geçmeden Feuerbach’ın yazıları aracılığıyla idealizmden maddecili ğe doğru evrildi. 1842’de babasının firması adına Manchester’a gitti. Burada toplumcu düşünürlerin görüşleriyle ilgilendi. Çeşitli alanlara ilişkin bazı önemli makaleler yayınladı. Marx ve Engels, 1844’te karşılaşmalarından sonra 1845’te Kutsal Aile’yi birlikte yazdılar. Kitap Bruno Bauer ve yandaşlarının idealizmine yöneltilmişti. Düşünce ve bilinç üzerine Bauer ve yandaşları tarafından yapılan idealist vurguyla karşıtlık içinde, Marx ve Engels, Devlet, yasa, din ve ahlak biçimlerinin sınıf savaşının evreleri tarafından belirlenmiş olduğunu savunmaktaydılar. 1845 yılında Marx Fransa’dan sınırdışı edilerek Brüksel’e gitti. Orada Feuerbach’a karşı, “Felsefecilerin dünyayı yalnızca değişik yollardan anlamaya çalıştıkları, oysa gerçek gereksinimin onu değiştirmek olduğu ünlü bildirimiyle sonlanan on bir tezini hazırladı.” Engels’in de kendisine katılımıyla 1932’ye dek yayımlanmadan kalan Alman İdeolojisi’ni yazdılar. Bu yapıtın önemi, materyalist tarih anlayışını özetlemesinden ileri gelir. Temel tarihsel olgusallık, doğadaki etkinliği içindeki toplumsal insandır. Bilinci belirleyen insandır, tersi değil. Tarihteki temel etmen maddi ve ekonomik üretim sürecidir. “Bütün tarihsel süreç diyalektik olarak proleter devrimine ve komünizmin gelişine doğru ilerlemektedir. Saltık tinin kendinin bilgisine ya da böyle başka bir felsefi yanılsamaya değil”. 1847’de Marx, Proudhon’un Sefaletin Felsefesi’ne yanıt olarak Felsefenin Sefaleti’ni Fransızca olarak yayımladı. Burada da burjuva ekonomisinin söz gelimi mülkiyet gibi değişmez kabul edilen kategorilerini eleştirmekteydi. Marx, yine 1847’de kominist Liga’ya katıldı. Engels ile birlikte hareketin temel ilkelerini ve amaçlarını özetleyen bir bildiri yazmakla görevlendirildiler. Bu şekilde ünlü Komünist Manifesto ortaya çıktı. Marx çeşitli nedenlerle bir kez daha Paris’e gitmek zorunda kaldı ama 1849’da Fransa’dan ikinci kez sınır dışı edilerek yaşamının geri kalanını geçireceği Londra’ya gitti. Burada arkadaşı Engels’den yardım alarak yaşamını sürdürdü.1859’da, Berlin’de Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’yı yayımladı. Bu da Manifesto gibi maddeci tarih anlayışının bildirimi nedeniyle önemlidir. Marx’ın ünlü çalışması Kapital’in ilk cildi 1867’de Hamburg’da çıktı. Ancak öteki ciltleri yayıma hazırlamayı tamamlayamadan 1883 yılında yaşamdan ayrıldı. İkinci ve üçüncü ciltler Engels tarafından sırasıyla 1885 ve 1894 yıllarında yayımlandı. Daha başka el yazmaları bölümler hâlinde K. Kautsky tarafından 19051910 yılları arasında yayımlandı. Bu yapıtta Marx, kapitalist sistemin uzlaşmaz bir sınıf karşıtlığını zorunlu olarak içerdiğini savunmaktadır. Engels 1878’de o zamanlar etkili bir Alman toplumcusu olan Eugen Dühring’e karşı yazmış olduğu makalelerden kimilerini Anti Dühring başlığı altında bir kitap olarak yayımladı, bölümlerden biri Marx tarafından yazılmış olan bir yazıdır. Engels, bu arada Doğanın Diyalektiği üzerine çalışıyordu. Ancak bu yapıt çeşitli nedenlerle 1925 yılında Moskova’da çıkana dek yayımlanamadı. Engels’in başka yapı tları arasında, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni önemli bir yer tutar. Bu çalışmada devletin kökenini ve sınıf ayrılıklarını özel mülkiyet kavramından türetme yolunu tutmuştur. Yine bir dizi makalesi 1888 yılında Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu başlığı altında yayımlanmıştır. Engels 1895’de yaşamdan ayrıldı. Engels ve Marx, diyalektik materyalizm öğretisini, teoride ve pratikte birlikte kotardıkları için kimi zaman ikisinin adını birlikte belirterek kimi zaman da isimlerini ayrı ayrı ifade ederek bir anlatım tarzı tuturmak doğaldır. Zaten birçok başka yapıt da bu yöntemi uygulamak zorunda kalmıştır. John Stuart Mill (1806-1873) Londra’da doğdu. Üç yaşından 14 yaşına dek babası tarafından sıkı bir eğitim programı uygulanarak yetiştirildi. Otobiyografisinde belirttiğine göre, üç yaşında Yunanca öğrenmeye başlamış, on iki yaşına geldiğinde Yunan ve Latin dillerini yazın, tarih ve matematik konularında inceleme yapabilecek düzeyde öğrenmiş bulunuyordu. Aynı dönemde, ekonomi politik üzerine de yetkin bir eğitim aldığını belirtmektedir. Bu arada Adam Smith ve Ricardo’yu da incelemekten geri durmamış. 1820 yılında Fransa’ya giderek Fransız dilini ve yazınını inceledi. Bu arada pek çok liberal düşünür ve ekonomistle ilişki kurdu. Ayrıca Monpellier’de kimya, zooloji, mantık ve yüksek matematik derslerini izledi. 1821yılında Mill İngiltere’ye döndü ve John Austin (1790-1859) ile birlikte Roma hukukunu incelediler. Bunun yanı sıra Bentham felsefesi ile yakından ilgilenmeye başlamıştı. John Austin ve kardeşi Charles’ın aracılığıyla yararcı çevrelerle tanıştı. 1822 de kendisi de bir yararcı çevre kurdu. Üç yıl boyunca bu çevrede yararcı etkinliğini sürdürdü. 1823’te Mill babasının aracılığıyla East India Company’de bir büro memurluğuna yerleştirildi. Burada uzun yıllar çalıştıktan sonra 1856’da iyi bir ücret ile büronun başına geçti. Ne babasını ne de kendisi hiçbir zaman için üniversitelerde görev almış değiller. Mill’in ilk önemli yazı denemeleri 1824 yılında Westminster Review kurulduktan sonra bu dergiye gönderdiği yazıları ile yaptığı katkılardır. 1825’te Bentham’ın beş ciltlik Rationale of Evidence (Kanıt Gerekçesi) adlı önemli yapıtını düzeltmeyi üstlendi, bu çalışması bir yıl sürdükten sonra, yapıt 1826 yılında yayımlandı. Bu arada bir zihin yorgunluğu hisseden Mill bir süre dinlenmeye çekildi. Bu sırada belki de konu değiştirmenin kendisine iyi geleceğini düşündüğü için Coleridge ve Carlyle gibi şairlerin yapıtlarıyla ilgilendi ve Bentham’ın “Tüm şiir yanılsamalı sunumdur.” deyişinden etkilenmiş biri olarak neredeyse şiiri doğrulayıcı bir noktaya geldiğini Otobiyografisinde itiraf etmiştir. Ama yine de hiçbir zaman için yararcılığın dışında kalan herhangi bir tarafta yer almadı. 183031’de Politik Ekonominin Kimi Çözülmemiş Soruları Üzerine Denemeler’i yazdı. Ancak sayıca beş olan bu denemeler 1844 yılına dek yayımlanamamıştır. 1843 yılında Ünlü Mantık Sistemi adlı yapıtı yayımlandı. Bu yapıtı yazarken ünlü pozitivist Augusta Comte’la yazışma olanağı bulmuştur. Çünkü Comte’un Pozitivist Felsefe Üzerine Dersler adlı temel yapı tının ilk ciltlerinden yararlanmıştır. 1848’de Politik Ekonominin İlkeleri’ni yayımladı. 1859’da Özgürlük Üzerine, 1861’de Temsili Hükumet Üzerine İrdelemeler’ini, 1863’te Yararcılık (Utilitarianism) başlıklı çalışmasını yayımladı. Sir William Hamilton’un Felsefesinin Bir İncelemesi başlıklı çalışması ve Auguste Comte ve Pozitivism başlıklı bir inceleme 1865 yılında yayımlandılar. 1868’de England and Ireland adlı bir yapıt yayınladı. Yapıt İrlanda dışında ilgi görmedi. Çünkü İngiliz Hükumetinin İrlanda politikasını kınayan bir çalışma idi. Mill 8 Mayıs 1873 yılında Avignon’da ölmüştür. Savlar ve Tartışmalar adlı yapıtı 1859-1875 yılları arasına çıkmıştır. Din Üzerine Üç Deneme başlıklı yazısı ve Otobiyografi’si 1874’te ölümünden yayınlanmıştır. Modern çağda empirizmin gerçek kurucusu John Locke’tur (1632-1704). Toplumsal ve politik görüşleriyle Avrupa’daki aydınlanmanın öncüsü olmuş, temel hak ve özgürlükleri, akla dayalı yaşam biçimini savunarak kendi çağı için eğitici bir rol oynamıştır. 1632’de İngiltere’de, Bristol yakınlarında doğdu. Püriten bir ailede büyüdü. Klasik bir eğitimin ardından Oxford’da yüksek eğitim aldı. Yunanca, Retorik ve Ahlak Felsefesi konularında hocalık yaptı. Aristoteles mantığı ve metafiziği üzerine çalışırken Skolastik düşünceden rahatsızlık duymaya başladı. Bu alanı bulanık terimler ve yararsız sorular içinde yolunu şaşırmış olarak görüyordu. Bu arada Descartes’ın yapıtlarından etkilendi ve bu etki sonucu açık ve düzenli düşünmenin felsefede de mümkün olabileceğini düşünmeye başladı. Robert Boyle ile tanıştıktan sonra doğal bilim konularına da yöneldi. Tıp eğitimi alarak pratisyen doktor oldu. Shaftesbury kontunun tıp danışmanlığını yaptı. 1675 yılında gittiği Fransa’da Kartezyenlerle ve karşıtlarıyla tanıştı. Kartezyen karşıtı Gassendi’den etkilendi. İngiltere’ye döndüğünde yeniden Shaftesbury’nin hizmetine girdi ama bu kişinin siyasi konumu nedeniyle kendisini politik sorunlar içinde buldu. Sonraki yaşamı politik çalkantılarla geçti. Önemli yapıtlarını bu dönemde verdi. 1704’te Essex’de öldü. Her alanda deneyimden yana, sağduyulu bir tutum takındı. Bilginin duyu algılarına dayandığını kabul etmekle birlikte köktenci bir deneyimci empirist olmadı. Toplumsal ve politik konularda ise tüm inançların aklın denetiminden geçirilmesini savunarak ussalcı bir tutum takındı. Hangi alanda olursa olsun baskıcı otoriteye karşı çıkmış, hoşgörüyü savunmuş, tanrısal vahyi yadsımasa da eylem bakımından ılımlı bir dindarlığı yeğlemiştir. Locke’ın temel amacı, metafizik meseleleri tartışmadan önce zihnin anlama yetisinin sınırlarını belirlemekti.Başyapıtı İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme 1790 yılında yayımlanmıştır. Öteki önemli yapıtları: Sivil Hükumet Üzerine İki İnceleme, Eğitim Üzerine Düşünceler,Hıristiyanlığın Usa Uygunluğu ve Hoşgörü Üzerine Mektup’tur. Locke her şeyden önce epistemoloji alanına yaptığı katkılarla tanınır. Bu alandaki temel yapıtı İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme’dir. Locke yapıtın ön sözünde metafizik meseleleri tartışmadan önce insan zihninin anlama yetisinin sınırlarının belirlenmesi gerektiğini savunur. “Bu yapıt insan bilgisinin kökeni, kesinliği ve genişliği üzerine bir araştırmadır: Anlığın (understanding) objelerin kavramlarına nasıl ulaştığını açıklamadır; bilgimizin kesinlik derecesini belirlemedir. Sanma ile bilme arasındaki sınırları aramadır.” Dewey, Vermont’ta Amerikan İç Savaşı’nın başlamasından hemen önce dünyaya gelmiştir. Doğduğu yıl, Charles Darwin’in başyapıtı Türlerin Kökeni’ni yayımladığı yıldır. İlginç bir biçimde evrim kuramı, Dewey’in felsefî düşüncesine rengini vermiştir. Dewey, tüm yapıtlarında evrim kuramının sonuçlarını ortaya koymaya çalışmıştır.1909 yılında Dewey, “The Influence of Darwinisim on Philosophy” başlıklı bir ders verir. Bu derste, Darwin’in Türlerin Kökeni adlı eserinin doğa bilimleri üzerindeki etkilerindense felsefe üzerindeki etkilerini ön plana çıkarır. “Tür” ve “köken” terimlerinin eserin adında bir araya getirilmesinin başlı başına “düşünsel bir devrim” olduğunu öne sürer. Bu devrimin mahiyetini anlayabilmek için, Antik Yunan düşüncesinde ortaya konulan varlık anlayışı hakkında birkaç söz söylememiz gerekir. Antik Yunan düşüncesine rengini veren ve Batı Felsefesi’nin iki önemli figürü, Platon ve Aristoteles üzerinde derin etkisi olan Parmenides, varlığı zamanın şartlarına tâbî olmayanla, bu itibarla da kalıcı olanla özdeşleştirmiştir. Varlık, özü itibariyle düşünseldir ve duyusal olanın geçiciliğine ve değişkenliğine karşıt olarak kalıcıdır. Bu düşünüş tarzı, belli farklılıklarla Platon’un idea ve Aristoteles’in form (Yun. eidos) anlayışlarında etkisini sürdürür. Form, bir şeyi kendisi kılan, o şeye birliğini veren ilke olarak tanımlanır. Ortaçağda skolastik düşünce, Aristoteles’in eidos terimini tür (İng. species) sözcüğü ile karşılar. Doğada karşımıza çıkan tüm şeyler, bireyselleşmelerini ait oldukları türe borçludurlar ve söz konusu bu türler, Antik Yunan düşüncesini takip eden bir biçimde sabittirler. Varlığın kalıcı, sabit ve düşünsel olanla özdeşleştirilmesi, gerek epistemoloji gerekse etik alanında felsefenin mahiyetini belirler. Bilmek, en nihayetinde sabit ve değişmez formları bilmek demektir. ahlâk ise kalıcı ve değişmez olana katılmak ya da ona benzemek üzerinden bir anlam ifade eder. Platon’da en yüksek form, iyi formudur. Bilgiyi ve ahlâkı bu form olanaklı kılar. Aristoteles’in evrenindeki Tanrı “kendi kendini düşünen düşünce” olarak tanımlanır ve tüm değişimden azadedir. Tüm diğer varlıklar, onun bulunduğu eksiksizlik durumuna öykünerek hareket halinde kalırlar. Kendisi değişmeyen ve tamamen fiilî olan Tanrı, tüm doğal tözlerin kendisi hareket etmeyen hareket ettiricisidir. Bu tarihsel arka planı dikkate alan Dewey, Darwin’in eserinin bu çerçeveyi kökten biçimde değiştirdiğini öne sürer. Bu durumda felsefenin mahiyeti de kökten biçimde değişmelidir. Yeni felsefe, mutlak kökenler ya da mutlak gayeler peşinde koşmamalıdır. Bu dünyada karşımıza çıkan somut sorunlara ilişkin somut çözümleri olanaklı kılan bir yönteme yönelmelidir. Dewey, bu yöntem değişikliğinin bir anda olmayacağını düşünmektedir. Çünkü tıpkı Peirce gibi Dewey de sahip olduğumuz kavramların, soyut mantıksal formlar ya da kategorilerle sınırlı kalmayıp birtakım alışkınlıklar, yatkınlıklar ve tavırları içerdiğini düşünür (“The Influence of Darwinisim on Philosophy”,s.14). Ancak, eski yaklaşımların değişmesi de kaçınılmazdır. Dewey’in bu değişim süreci hakkındaki yaklaşımı, evrim kuramını düşünsel değişim alanına uygulaması bakımından oldukça ilginçtir. Eski yaklaşımlar bir anda değişmezler. Çünkü onlar belli alışkanlıklara ve yatkınlıklara dayanırlar. Ancak hayatiyetlerini yitirirler, ilgi alanları değişir ve zamanla tıpkı buharlaşır gibi ortadan kalkarlar. Yeni sorular ve sorunlara bağlı yeni yaklaşımlar onların yerini alır. Dewey’in bu yaklaşımı, 20. yüzyıldaki bilimsel kuramların değişim süreci hakkında yürütülen tartışmaları öncelemektedir. Bu tartışmanın bir tarafı, bilimsel kuramların değişiminin ve gelişiminin mantıksal bir açıklaması olduğunu, bunun teorik bir düzlemde ortaya konulabileceğini savunurken; diğer taraf, söz konusu değişimin ihtiyaçlara ve bilim cemaatinin değerlerine bağlı olarak gerçekleştiğini savunmaktadır. Görüldüğü gibi Dewey ,bu tartışmada ikinci tarafın yanında yer alan bir görüş öne sürmektedir. Dewey’in felsefenin mahiyetine ilişkin bu görüşleri bir yandan epistemolojinin bir yandan da değerler kuramının doğallaştırılmasını içermektedir. Doğallaştırma ile burada, doğanın ve doğanın içerisinde bulunduğu evrimsel değişimin bir parçası haline getirmek kastedilmektedir. JOHANNES SCOTTUS ERIGENA Kimdir? Hayatı / YaşamıEriugena’nın kelime anlamı “İrlandalı”, “İrlanda’da doğmuş” demektir. Başka bir şekilde ifade edilirse Eriugena, “Erin halkından doğan” anlamına da gelir. Ortaçağ’ın belki de yegane İrlandalı filozofudur. Aslında bu isim ona çok geç bir tarihte, Dublin başpiskoposu Ussher tarafından 1632 yılında verilmiştir. Gene dikkat edilecek olursa hem Scotus hem de Eriugena isimleri “İrlanda’da doğmuş” anlamına gelmektedir. Eriugena isminin ayrıcalığı, Ioannes Scotus’un, on üçüncü yüzyılda doğmuş olan Duns Scotus ile karıştırılmasını engellemek düşüncesi olmuştur. Eriugena, Karolenj döneminde İrlanda’dan Avrupa’ya göç etmiş olan çok sayıda bilginden birisidir. Ne zaman doğduğunu tam olarak bilmiyoruz. Bununla birlikte 810 yılı civarında doğmuş olabileceği düşünülmektedir. Adının çok genel bir ad olmasından dolayı yazılı belgelerde yaptığı seyahatlerin takibi de güçtür. Bu yüzden yaşamındaki bazı kısımlar kestirme ifadelerden ibarettir. Büyük bir olasılıkla Atina’da, belki Doğu’da bir merkezde eğitim aldı. Yaklaşık olarak 845 yılında Carolus II’nin (Dazlak Charles olarak da bilinir.) himayesindeki kraliyet okulunda görev aldı. Bu görevinde özellikle özgür sanatlar üzerine dersler verdi. Bu sürede müzik ve tıp ile de ilgilendi. Eriugena hakkında 870 yılına kadar izini sürebileceğimiz belgeler bulunmaktadır. Bu tarihten itibaren ne yaptığını, nereye gittiğini kesin olarak söylemek mümkün değildir. Bununla birlikte, bir ihtimal İngiltere’ye geri dönmüş ve 877 yılına kadar dersler vermiştir. Birtakım tarihçilerin kuvvetle inandıkları şey, Eriugena’nın bir ders esnasında öğrencileri tarafından kalem saplanarak öldürüldüğüdür. Bazı metinlerde şehit olarak anılmaktadır. JOHANNES SCOTTUS ERIGENA YAPITLARIEriugena’nın yapıtları Patrologia Latina’nın 122. cildinde bulunmaktadır. Buradaki eserleri arasında De Divisione Naturae (Doğanın Bölümlenmesi Hakkında), De Divina Praedestinatione (İlahi Kader Hakkında) bulunmaktadır. Onun bir diğer önemli başarısı, kendisinden önce yaşamış olan önemli filozof/din adamlarının eserlerini Eski Yunancadan Latince’ye aktarması ve bunlar üzerine çeşitli yorumlar yazmış olmasıdır. Bu bağlamda, özellikle ünlü Atinalı filozof Dionysius Areopagita’nı n (Sahte Dionysios olarak da bilinmektedir.) De Mystica Theologiae (Peri Müstikes Theologias İlahiyatın Gizemi Hakkında), De Divinis Nominibus (Peri Theion Onomaton İlahi İsimler Hakkında) ve De Caelesti Hierarchia (Peri tes Ouranis Hierarkhia Göklerin Sıradüzeni Hakkında) eserleri önem taşımaktadır. Bunların yanı sıra Eriugena’nın Maksimus Confessor (580-662) ile Gregorius Nyssenus (335-394)’un bazı eserlerini Latinceye çevirdiğini biliyoruz. Maksimus Confessor’un Gregorius Nyssenus’un kaleme aldığı insanın doğası hakkında bir inceleme olan De Imagine adlı eserinin üzerine yazdığı yorum da Eriugena tarafından Latinceye çevrildi. Bu eserin çevirisi, özellikle o dönemde pek çok filozofun ilgi duyduğu önemli bir başvuru kaynağı oldu.
On dokuzuncu yüzyıl Kıta Avrupasında, Marx ve Engels’in maddeciliği bir yana, genelde Kant sonrası idealist felsefeler düşün dünyasını ele geçirmiş durumdaydılar. Bu alanda Hegel’in etkisi geniş yayılımlı olmuştu, ölümünden sonra da sağ ve sol Hegelciler mirası devralarak etkinliklerini sürdürdüler. Buna karşılık ada Avrupasında David Hume’un kuşkucu empirizmine Thomas Reid ve izleyicilerinin oluşturduğu İskoç Okulu güçlü bir muhalefet gerçekleştirmesine karşın Hume’un etkisi güçlü biçimde devam ediyordu. Henüz Hume yaşarken dünyaya gelmiş olan Jeremy Bentham (1748-1832) Hume’un deneyciliğini yararcı ilkeleri ön plana çıkararak canlı bir biçimde sürdürmeyi sağladı. Kendisini izleyen James Mill ve oğlu John Stuart Mill bu yaklaşımı iyice güçlendirerek daha çok yararcılık (ütilitarianism) adı altında on dokuzuncu yüzyıl İngiliz felsefesinin akışını belirlemiş oldular. Bentham yazılarının bir bölümünün on sekizinci yüzyılın son otuz yılı içinde yayımlanması nedeniyle Hume felsefesi ile on dokuzuncu yüzyıl İngiliz empirizmi arasında bir süreklilik sağlamış oldu. Bentham’ın önemi bir bakıma bu yönünden de gelir. Ayrıca Hume felsefesinin bazı öğelerine bağlılığı da sürdürmüştür. Örneğin Hume’un uyguladığı indirgemeci çözümleme yöntemi, yani karmaşık yapılı bütünün parçalarına, yalın ya da ilkel öğelerine indirgenmesi Bentham tarafından sürdürülmüştür. “Bu iki insandan gerçekten de çok daha büyük felsefeci olanı Hume’du. Ama Bentham’ın kendi buluşu olmayan belli düşünceleri yakalama, onları geliştirme ve toplumsal reform için bir silah ya da araç kalıbına dökme yeteneği vardı. Dar bir anlamda Benthamizm ve genelde yararcılık, geleneğin ağırlığına karşı ve şimdi sıklıkla Kodomanlar (Establishment) olarak adlandırılan şeyin kazanılmış çıkarlarına karşı orta sınıftaki liberal ve köktenci öğelerin tutumunu açıklıyordu”. Marx’ın ünlü öne sürümü ile ifade edersek Hume birincil olarak dünyayı anlamakla ilgilenirken Bentham, birincil olarak onu değiştirmekle ilgileniyordu. Şu hâlde, düşünürlüğünün yanı sıra aynı zamanda bir reformist ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Gerçekte, Bentham ve Mill’in ahlak ve politika felsefeleri, bir yüzyıldan uzun bir süre için İngiliz politik eylemini ve düşüncesini etkilemiştir. İngiliz anayasasının ve hukuk sisteminin modern ve seküler yapılaşmasında bu düşünürlerin ütilitarianist bakış açılarının payı büyüktür. Jeremy Bentham 15 Şubat 1748 yılında Londra’da doğdu. Sıra dışı ussal kapasitelerinin işaretlerini çok küçük yaşlarda göstermeye başlamıştı. Henüz dört yaşında iken Latin gramerini öğrenmişti. Sekiz yaşında Westminster okuluna gitti. On iki yaşında Oxford Üniversitesinde Queen College’a yazıldı. 1763 yılında üniversite eğitimini tamamladı. Baro kariyerine hazırlık olarak Lincolns Inn’e girdi, Ancak hukuk üzerine verilen bazı konferansları derin bir ilgiyle dinledikten sonra konuşmacıların açıklarını da yakalayarak, kendisini bu konularda kuramsal araştırmalar yapmaya yönlendirdi. Özellikle yasa ve kurum kavramlarını yararlılık ögesi açısından incelemeye başladı. 1766’da doktora derecesi aldı. Bentham’ın ilk yapıtı 1776’da Hükumet Üzerine Bir Fragman adı ile yayımlandı. Bu yapıtta Blackstone’un bir konferansta ele aldığı ve Bentham’ın bazı çelişkiler yakaladığı Doğal Haklar Kuramına ilişkin eleştirel bir inceleme söz konusudur. Bentham’ın en önemli çalışması 1789 yılında çıkan Ahlak ve Yasama İlkelerine Giriş ( Introduction to the Principles of Morals and Legislation) başlığını taşır. 1789’da Politik Taktikler Üzerine Makale’yi, 1791’de Anarchical Fallacies adlı yazıyı yazmasına karşılık bunlar ancak Dumont tarafından 1816 da yayımlanabildi. 1791’de Bentham, Panopticon denilen örnek bir tutukevi şeması yayımladı.1802’de Dumont Traittés de législation de M. Jérémie Bentham başlıklı bir yapıt yayımladı. Yapıtta Bentham’ın daha önce Fransızca yayımladığı yazılar ve bir de Dumont tarafından felsefecinin düşünceleri konusunda hazırlanan bir inceleme yazısı bulunuyordu. Bu çalışma özellikle kendi ülkesi dışında Bentham’ın ününün birden bire artmasını sağladı. Ardından kendi ülkesinde de giderek iyice tanınır hâle geldi. Özellikle 1808 yılından başlayarak James Mill onun izleyicisi öğretilerinin yayıcısı oldu. Bunun sonucu olarak James Mill 1812 de kimi yazılarının bir uyarlaması olarak Kanıt Gerekçesi görüşüne Giriş başlıklı bir yapıt yayımladı. Daha sonra James’ Mill’ın çalışmasını da içeren Yargı Kanıtının Gerekçesi beş cilt halinde J.S. Mill tarafından 1827 de yayımlandı. Parlamento Reformu Üzerine Sorular ve Yanıtlar 1817 de çıktı. Aynı yıl Kamunun Bilgilendirilmesi üzerine Yazılar çıktı.1819 da Açıklamalarla Köktenci Reform Tasarısı başlıklı bir yazısı, 1823’te de Bir Anayasa Düzenlemesinin Kılavuz İlkeleri başlıklı çalışması yayımlandı. Bu yapıtın tüm ciltleri toplu olarak ölümünden sonra 1841 de yayımlanmıştır. Eğitim Üzerine (Chrestomathia) 1816’da çıkmıştır. Eylem Tarzları Tablosu, 1817’de James Mill tarafından düzenlenerek yayımlanmıştır. Görev Ahlakı ya da Ahlak bilimi ise ölümünden sonra 1834’te yayımlanmıştır. Burada sözü edilmeyen daha başka yapıtları da vardır. Yazılarının tam ve eleştirel yayımı henüz gerçekleşmemiştir. Bentham, 6 Haziran 1832’de yaşamdan ayrıldı. Bentham hazcılık temeli üzerinde bir etik öğreti geliştirmiştir. İlkçağda Epiküros tarafından öne sürülen, 18. yüzyılda Fransada Helvetius, İngiltere’de Hartley ve Tucker tarafından ele alınan bu yaklaşıma Bentham, yeni ve unutulmayacak bir anlatım kazandırmıştır: Bentham, Ahlak ve Yasama İlkelerine Giriş adlı temel yapıtına şu klasikleşmiş sözleriyle başlar: “Doğa insanlığı iki üstün efendinin denetimi altına yerleştirdi.” D’Alembert (1717-1783) Paris’te doğdu. Hukuk okudu. Avukatlığa kabul edilmesine karşın bu mesleği icra etmedi. Bir ara tıbba yöneldi ama daha sonra kendisini bütünüyle matematiğe verdi ve iyi bir matematikçi oldu. Matematik üzerine bir dizi denemesini Bilimler Akademisine sundu ve 1741’de akademi üyeliğine kabul edildi. Matematik alanındaki çalışmalarına ek olarak Ansiklopedinin yayımlanmasında Diderot ile işbirliği yaptı. Ansiklopedi’nin Önsöz’ünü yazdı. Ve yine Ansiklopedi’nin matematiksel nitelikli makalelerinin büyük bölümünü kaleme aldı. 1758’de yapılan muhalefetten ve potansiyel tehlikelerden usanmış olarak editörlükten ayrıldı. Aslında birincil olarak matematikçi ve bilim insanı olması nedeniyle, öteki Ansiklopedi’cilere göre daha az kuşku ve saldırı altında kalmıştır. 1759’da Felsefenin Öğeleri adlı yapıtını yayımladı. 1763’te Berlin’e bir yolculuk yaptı. Hume’un yakın dostu idi; ahlaksal karakteri ve yeteneklerine büyük değer veren Hume kendisine 200 Paundluk bir miras bıraktı. 1775’te Papa XIV. Benedictin önerisiyle Bolonya Enstitüsü üyeliğine seçildi. Ansiklopedi’ye yazdığı Önsöz’de Locke’un bilimsel felsefenin yaratıcısı olduğunu ve fizikte Newton’un konumuna karşılık gelen bir yeri doldurduğunu bildiriyordu. Felsefenin Öğeleri’nde 18. yüzyılın özel bir anlamda felsefe yüzyılı olduğunu ilan ediyordu. Ona göre bu yüzyılda doğal felsefe devrimci bir nitelik kazanmış, tüm bilgi dalları eleştiri süzgecinden geçirilmiş ve pek çoğu ilerleyerek yeni biçimler kazanmıştır. Bu düşünsel coşkunun sonucu olarak kimi şeyler üzerine yeni bir ışık düşürülürken kimi şeyler de artık önemini yitirmiştir. Yine de d’Alambert düşünsel ilerleme deyince salt yeni olguların bir birikimini anlamaz. “Descartes’ı anımsatan bir yolda tüm bilimlerin bir arada insan anlığının açınımı olduklarını ileri sürer ve birleştirme işlevini vurgular. Fenomenler dizgesinin türdeş ve biçimdeş olduğunu kabul eder”. Yine de şunu vurgulamak önemlidir: d’Alambert’in metafizik konularla hiçbir ilgisi yoktur. Ona göre, metafiziksel anlamda şeylerin özü ile ilgilenmek bize hiçbir şey sağlamaz. Metafizik kuramlar insanları çatışkılara ve sonunda kuşkuculuğa götürür. Şeylerin niçinlerini ve nedenlerini bilemeyiz; bilimsel felsefe açısından, şeylerin özüne nüfuz edebilme yeteneğinde olup olmadığımız bütünüyle ilgisiz bir sorundur. Yeter ki onu varsaydığımız biçimiyle maddede ilksel olarak gördüğümüz özelliklerden, algıladığımız ikincil nitelikleri çıkarsayabilelim ve bunun sonucu olarak genel fenomenler sistemi her zaman biçimdeş ve sürekli olursa ve hiçbir çelişkiye yer vermezse bu yeterli olacaktır. İlk ilkelerden fenomenlere gitmek, şeylerin özünden empirik verileri çıkarsamak değildir; tersine gözlemlenmiş ikincil nitelikleri daha ilksel olarak görülen başka gözlemlenmiş özelliklerden çıkarmaktır. Bilimsel felsefenin görevi fenomenleri metafizik bir anlamda değil, daha sistematik bir anlamda betimlemek ve ilişkilendirmektir. Eğer metafizik yola, yani bir öz araştırılmasına sapılırsa, sözcüğün gerçek anlamında bilgi olarak adlandırılabilecek şeyin çok ötesine geçilmiş olur. Bu açıklamalarıyla d’Alambert, pozitivizmin öncüsü gibi görünmektedir. Bilimin metafiziksel anlamda gizemli ve anlaşılmaz nitelikler ya da tözler ile hiçbir işi olamaz. Bilim salt fenomenlerle ilgilidir ve kaldı ki felsefe de böyledir. Bu demek değildir ki doğal filozof-bilim insanı açıklama ile hiç ilgilenmez: Tersine duyu deneyimi temelinde seçik tanımlar oluşturur ve bunlardan birtakım doğrulanabilir sonuçlar çıkarır. Ama hiçbir kesin bilgi sunma olanağı taşımayan alanlara girmez; fenomenlerin ya da empirik olarak doğrulanabilir nesnelerin ötesine geçmez. Metafizik ya olguların bir bilimi olmalı ya da bir yanılsama alanı olarak kalmalıdır. Görüldüğü gibi d’Alambert, dönemindeki metafizik ve doğal felsefe (doğa bilimi) arasındaki gerilimi irdelemektedir. Ahlak görüşü bakımından o da öteki çağdaşları gibi ahlakı, teoloji ve metafizikten ayırmaya çalışmıştır: Ona göre ahlak öteki insanlara karşı ödevimizin bilincinde olmaktır. Ahlak ilkelerinin tümü de gerçek çıkarımız ve toplumsal ödevlerimizi yerine getirme arasındaki doğru ilişkiyi ve dengeyi kurmaya yöneliktir. Ahlak filozofu insanlara toplumdaki yerini göstermeli ve ortak refah ve mutluluk için yetilerini nasıl kullanması gerektiğini açıklamalıdır. Olgucu açıklamalarına bakarak d’Alambert’i bir maddeci olarak nitelemek doğru olmaz. Çünkü şeylerin temelde yatan doğaları yani özleri konusunda açıklamalar yapmaktan kaçınıyordu. Ayrıca dogmatik tutumlu maddecilere ve mekanistlere güven duymuyordu. Düşüncesinin en temel özelliği olgucu yöntem bilim üzerinde israr etmesidir. O da Diderot gibi ilerlemenin doğal olduğunu ve zihinsel aydınlanmanın toplumsal ve ahlaksal ilerlemeyi de beraberinde getireceğine inanıyordu. Bilimci (matematikçi) kişiliği ile Newton’un deneysel yönteminden fazlasıyla etkilenmiş birisi olarak, gerçekliğin sonul anlamda tinsel mi yoksa maddesel mi gibi tartışmalarından uzak durarak, çağdaş bilimin gelişim çizgisi üzerinde kalarak düşünmeyi uygun buluyordu. Rousseau (1712-1778) Cenova’da doğdu. Annesi doğumundan bir kaç gün sonra öldü, babası bir saat ustasıydı. Kendisine babasının yakını bir kadın bakmıştır. 12 yaşında formel eğitimi sona erdikten sonra beş yıllık bir süre için bir oymacının yanına çırak olarak verilir ama bir süre sonra buradan kaçar ve Cenova’yı terk eder. Kendisindeki ışığı fark eden iyiliksever insanların yardımıyla geçinerek orada burada dolaşır; bu arada bol bol kitap okur, müzik alanındaki yeteneğini geliştirir. 1731 yılında Fransa’ya geldiğinde Barones Warens’ın çevresine girer. Aslında çocukluğunun bir döneminde onun himayesinde Chambery’de yaşamış ve Katolikliğe geçmişti. Şimdi ise Barones’in Charmettes’deki yurtluğunda kalarak eğitimindeki boşlukları doldurmaya çalışmıştır. Madam Warens ile ilişkileri gelişiminin olumlu etkilenim kaynağıdır, denebilir. 1738’den 1740’a dek M. De Mably adında birisinin çocuklarının öğretmenliğini üstlendi ve bu iş sırasında Condillac ile tanıştı. 1743’te Fransız büyükelçisi Comte de Montaigu’ye sekreter olarak Venedik’e gitti ama ertesi yıl Rousseau küstahlık nedeniyle işinden atılarak Paris’e geri döndü. 1745’te Voltaire ile ilk kez karşılaştı ve 1749’da Diderot onu Ansiklopedi için müzik üzerine makaleler yazmaya çağırdı. Ayrıca d’Holbach’ın salonu ile de tanıştırıldı. Aynı yıl Dijon Akademisi sanatların ve bilimlerin ilerlemesinin ahlakın iyileşmesine mi yoksa bozulmasına mı yol açacağı sorusu üzerine yazılacak en iyi denemeye ödül verme çağrısında bulununca Rousseau, Sanatlar ve Bilimler Üzerine Söylev’i ile konulan ödülü kazandı. Makale 1750’de yayımlandı; yazarı şimdiden ünlü olmuştu. Ama bilimler ve sanatlar alanındaki ilerlemenin ahlak üzerindeki bozucu ve yozlaştırıcı etkilerini savunduğu için ‘le philosophe’arın güçlü bir muhalefeti ile karşılaştı. d’ Holbach’ın çevresinden de kopuş noktasına geldi. Rousseau karşı çıkışlardan yılmayarak, bu kez de Dijon Akademisinin “İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kökeni nedir ve doğal yasa tarafından haklı gösterilebilir mi? biçimindeki sorusuyla açtığı yarışmaya katıldı: İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökeni ve Temeli Üzerine Söylev başlıklı çalışması ödül kazanamadı ama 1758’te yayımlandı. Bu yazıda henüz uygarlaşmamış doğa durumunda yaşayan insanın bir portresi çizilir; insan doğal olarak iyidir, ama uygarlaşma, eşitsizliği ve buna bağlı olarak bir dizi kötülükleri de beraberinde getirmiştir. Aynı yılda 1755’de, Rousseau’nun politik ekonomi üzerine makalesi Ansiklopedi’de yayımlanır. 1758’de Politik Ekonomi Üzerine Söylev başlığı altında ayrı olarak yayımlanan bu makalede “genel istenç” düşüncesini ilk kez dile getirmiştir. 1761 yılında Rousseau Yeni Heloise adlı bir roman yayımladı. 1762’de en ünlü çalışması kabul edilen Toplum Sözleşmesi ve yine aynı yıl Emile başlıklı eğitim üzerine kitabı çıktı. Bu kitapların yayımlanması üzerine İsviçre’ye sığınmak zorunda kaldı. Tepkiler ana vatanı Cenova’da da aynı idi. Oysa bir ara Cenova’ya gelerek Protestanlığa geri dönmüştü çünkü Cenova yurttaşlığını geri kazanmak istiyordu. Daha sonra (1763) bu vatandaşlığı resmi olarak reddetti. 1765’Te Berlin’e gitmek için yola çıktı ama yolda İngiltere’ye gitmeye karar verdi. Ocak 1766’da David Hume ile birlikte Manş’ı geçerek, Hume’un yanında kalmaya başladı. Ne var ki geçimsizliği ve izleniyor biçimindeki hezeyanları nedeniyle burada da tutunamadı. Altı ay sonra Mayıs 1766’da, Fransa’ya döndü. On yıl boyunca Fransa’da kaldı en son 1778’de Marquis de Girardin’in konuğu olarak Erménonville’e gitmek üzere yola çıktı ve bir iki ay sonra orada öldü. İtiraflar adlı yapıtı ölümünden sonra, 1782’de yayımlanmıştır. Modern çağın en büyük filozofu kabul edilen Immanuel Kant (1724-1804) bir saracın oğlu olarak Doğu Prusya’nın Königsberg kentinde doğdu. Ailesi İskoçya’dan göç etmiş göçmen bir ailedir. Çocukluğunda dindar bir kadın olan annesinin üzerinde daha fazla etkisi olmuş ve dinsel duygular içinde büyümüştür. Bu duygular 1732’den 1740’a kadar okuduğu Collegium Friedericianum’da varolan pietist ortam içinde daha da gelişmiş, buna karşın okuldaki dinsel kurallara gerektiğinde karşı durmayı bilmiştir. Okulun kendisine en büyük katkısı iyi düzeyde Latince öğrenmiş olmasıdır. Daha sonra Kant, Königsberg Üniversitesine başlamış, burada filozof Martin Knutzen’in kişiliğinde birinci sınıf bir öğretici bulması kendisi için bir şans olmuştur. Knutzen’in kütüphanesindeki kitaplardan yararlanarak mantık ve doğal bilim konusunda yetişme olanağı bulmuştur. Newton fiziğini incelemeye yönelmesi doğal bilimlere büyük ilgi gösteren hocası Knutzen’in etkisiyle olmuştur. Bu etki nedeniyle ilk yazıları doğal bilim alanına ilişkindir. 1746’da üniversiteyi bitirdikten sonra geçim zorunluluğu nedeniyle sekiz-on yıl kadar ailelere özel öğretmenlik yapmış, 1755’te doktora düzeyinde bir derece alarak üniversitede eğitmen olarak göreve başlamıştır. Bu görevi yaklaşık 15 yıl sürmüş, 1770’de nihayet mantık ve metafizik profesörü olarak atanmıştır. Kant bu dönemde sadece mantık, metafizik ve ahlak alanında değil, matematik, fizik, coğrafya, antropoloji, pedagoji ve mineraloji gibi alanlar üzerine de dersler verdi. Felsefesinin gelişimi bakımından bu dönem eleştiri öncesi olarak nitelenmiştir. Bu döneme ait başlıca yapıtları: Canlı Güçlerin Doğru Değerlendirilişi Üzerine Düşünceler adlı fizik tezi ile üniversiteyi bitirmiştir. 1755’de Genel Doğa Tarihi ve Gök Teorisi adlı çalışması yayımlanmıştır. Yine aynı yıl Ateş Üzerine başlıklı çalışması ile üniversite öğretim üyeliğine kabul edilmiştir. Genel Doğa Tarihi ve Gök Teorisi başlıklı yapıtında evrenin oluşumunu tümüyle mekanik ilkeler ışığında açıklamaya çalışmıştır. Öne sürdüğü görüşler Laplace’ın bu konudaki kuramını öncelemiştir. Daha sonra bu kuram Kant-Laplace kuramı adını almıştır. Bunların yanı sıra Yer Ekseni Etrafında Dönerken Birtakım Değişikliklere Uğradı mı ?, Yer İhtiyarlı yor mu?, Deprem Üzerine gibi çoğu fiziki coğrafya alanına ait yazılar bu dönemde, yani 1770 öncesi dönemde yer almaktadır. 1770’de Duyu Dünyası ve Düşünce Dünyasının Form ve İlkeleri başlıklı tezi ile profesör olarak atandı. Bu tarih onun eleştirel döneme geçişinin de başlangıcı oldu. Bu yazıda duyu dünyası ile düşünce dünyası birbirinden ayırt edilmekte ve her birinin kendine özgü bilgi temelleri olduğu öne sürülmektedir. Kant burada salt (rein, purus) teriminin anlamını genişletme yoluna gitti. Bu terim bilen öznenin kendi doğasında bulunan bilgi ögelerini anlatmaktadır. Bu şekilde Kant, epistemoloji alanında özgün görüşlerini geliştirmeye başlamış, eleştirel felsefenin ilk ve güçlü sinyallerini vermiştir. Kant’ın asıl eleştirel dönemi 1781’de yayımladığı Salt Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft) adlı yapıtıyla başladı çünkü yapıt baştan sona geleneksel felsefe tutumlarının eleştirisi üzerinde yükselmektedir. Bu yapıtın ardından 1788’de Pratik Aklın Eleştirisi (Kritik der Praktischen Vernunft), 1790’da Yargı Gücünün Eleştirisi (Kritik der Urteildkraft) yayımlandı. Bunların dışında İlerideki Her Bir Metafiziğe Ön söylem (Prolegomena zu einer jeden künftigen Metaphysik), Ahlak Metafiziğinin Temelleri, Ahlak Metafiziği, Dünya Yurttaşlığı Bakımından Bir Genel Tarih Tasarı mı, Sonsuz Barış Üstüne, Aklın Sınırları İçindeki Din, Pragmatik Bakımdan Antropoloji gibi yapıtları da yayımlanmış ve her biri kendi alanında ses getirmiştir. |
Kategori
All
|