Karl Heinrich Marx (1818-1883) Hegel’in geniş kapsamlı idealist evren siteminin diyalektik ögesini alıkoyarak maddeci temellerde yepyeni ve kuşatıcı bir evren sistemi geliştirdi. Hegel’in baş üzerinde durduğunu öne sürerek onu ayakları üzerine oturtmanın gerçeklikle bağdaşan, doğal bir girişim olacağını düşünüyordu. Bu nedenle Hegelci sistemin idealist ögesini tümüyle bir tarafa bırakarak diyalektik yöntemi maddeci temeller üzerinde uygulama yoluna gitti. Çünkü maddenin gelişim sürecinin diyalektik yasalara uygun olarak işlediğine bir biçimde inanmıştı. Marx’ın en ünlü teorileri aslında ekonomi politik alanına ilişkindir. Bu teoriler onu ayrıca büyük bir toplumbilim kuramcısı yapmıştır. Bu incelemenin sınırları içinde Marx’ın tüm alanlara ilişkin kuramlarını açımlamak olanaklı değildir. Biz burada sadece felsefeyi doğrudan ilgilendiren görüşleri üzerinde açımlama yapma yoluna gideceğiz. Bu arada Marxist öğretiyi hemen hemen birlikte kotardıkları kader arkadaşı Engels’e de bağlam içinde yer verilecektir. Karl Marx, Almanya’da Trier’ de doğdu. Yahudi bir avukatın en büyük oğludur. Babası 1816’da Luther’e hayranlığından dolayı Protestan oldu, Marx 1824’te vaftiz edildi. Babasının dinsel kanıları genelde pek derin olmadığı için, Kantçı ussalcılık ve politik liberalizm gelenekleri içinde yetiştirilmiştir. Trier’deki okul eğitiminden sonra, Bonn Üniversitesinde hukuk okumaya başladı, bir yıl sonra hukuk eğitiminden vazgeçerek, Berlin Üniversitesinde geçip felsefe eğitime başladı. 1841’de Jena Üniversitesinden doktora derecesi aldı. Tez başlığı: Demokritos ve Epiküros’un Doğa Felsefeleri Arasındaki Ayrım Üzerine’dir. Bundan sonra Marx, bir süre Doktorklub adlı bir grubun üyeliğini yaptıktan sonra, 1842 de Reinische Zeitung’un yayıma hazırlanmasına katkıda bulunmaya başladı. Bu görev, somut politik, toplumsal ve ekonomik sorunlar alanında hızla gelişmesine yol açtı. Bu alandaki çalışmaları onu felsefenin kuramsal olmaktan daha çok uygulamalı bir etkinlik olması gerektiği noktasına getirdi. Bunun sonucu olarak, felsefecinin görevinin sadece dünyayı anlamak olduğu biçimindeki Hegelci anlayıştan daha şimdiden uzaklaşmış görünüyordu. Tersine dünyayı anlamak artı k yeterli değildi, onu yine felsefe yoluyla değiştirmek gerekiyordu. Yine edimsel durum üzerine düşünceleri Marx’ı, Hegel’in devlet kuramına yönelik eleştirel bir tutum almaya yöneltti. 1841-1843 arasındaki bu dönemde, Hegel’in devlet kavramına karşı bir eleştiriyi Kritik des Hegelschen Staatsrechts başlığı altında yayımlamıştır. Hegel’e göre nesnel tinin diyalektik gelişiminde aile ve yurttaş toplumu sadece birer evre iken devlet, nesnel tinin en yüksek anlatımıdır ve bu nedenle “özne” dir. Aile ve toplum da onun yüklemleridir. Oysa Marx’a göre bu, doğal akışı bozmaktan başka bir şey değildir. Çünkü asıl özne olan aile ve yurttaş toplumudur. Bunlar insan toplumundaki temel olgusallıklardır. Oysa devlet soyut bir tümel, insan yaşamından ayrı ve onun üstünde duran yönetsel ve bürokratik bir kurumdur. Marx’a göre, Hegel tarafından kavrandığı biçimiyle insan devlette kendi gerçek doğasına yabancılaşmaktadır. Çünkü ‘İnsanın gerçek yaşamı devlette var oluyor.’ biçiminde düşünülmektedir, oysa Devlet bireysel insanların ve çıkarlarının karşısında ve üstünde durur, bu nedenle kamusal ve özel çıkarlar arasında bir çelişki söz konusudur. 1843 başlarında Reinische Zeitung’un yayın yaşamına yetkililer tarafından son verilince yeni bir yayımcılık girişimi amacıyla Paris’e gitti. Burada pek çok önemli kişi ile tanışmasının yanı sıra en önemlisi 1844 yılında Engels ile karşılaşmasıdır. Bilindiği gibi bu iki arkadaş diyalektik matertyalist öğretinin neredeyse aralarında ayrım gözetmeden birlikte temsilcileridir. Marx’a öğretilerini geliştirmekte madden manen yardımcı olan Friedrich Engels (1820-1895) ise zengin bir sanayicinin oğluydu. 1841 yılında askerlik görevi için Berlin’de bulunduğu sırada önce Bruno Bauer çevresi aracılığıyla idealizmi benimsedi ama çok geçmeden Feuerbach’ın yazıları aracılığıyla idealizmden maddecili ğe doğru evrildi. 1842’de babasının firması adına Manchester’a gitti. Burada toplumcu düşünürlerin görüşleriyle ilgilendi. Çeşitli alanlara ilişkin bazı önemli makaleler yayınladı. Marx ve Engels, 1844’te karşılaşmalarından sonra 1845’te Kutsal Aile’yi birlikte yazdılar. Kitap Bruno Bauer ve yandaşlarının idealizmine yöneltilmişti. Düşünce ve bilinç üzerine Bauer ve yandaşları tarafından yapılan idealist vurguyla karşıtlık içinde, Marx ve Engels, Devlet, yasa, din ve ahlak biçimlerinin sınıf savaşının evreleri tarafından belirlenmiş olduğunu savunmaktaydılar. 1845 yılında Marx Fransa’dan sınırdışı edilerek Brüksel’e gitti. Orada Feuerbach’a karşı, “Felsefecilerin dünyayı yalnızca değişik yollardan anlamaya çalıştıkları, oysa gerçek gereksinimin onu değiştirmek olduğu ünlü bildirimiyle sonlanan on bir tezini hazırladı.” Engels’in de kendisine katılımıyla 1932’ye dek yayımlanmadan kalan Alman İdeolojisi’ni yazdılar. Bu yapıtın önemi, materyalist tarih anlayışını özetlemesinden ileri gelir. Temel tarihsel olgusallık, doğadaki etkinliği içindeki toplumsal insandır. Bilinci belirleyen insandır, tersi değil. Tarihteki temel etmen maddi ve ekonomik üretim sürecidir. “Bütün tarihsel süreç diyalektik olarak proleter devrimine ve komünizmin gelişine doğru ilerlemektedir. Saltık tinin kendinin bilgisine ya da böyle başka bir felsefi yanılsamaya değil”. 1847’de Marx, Proudhon’un Sefaletin Felsefesi’ne yanıt olarak Felsefenin Sefaleti’ni Fransızca olarak yayımladı. Burada da burjuva ekonomisinin söz gelimi mülkiyet gibi değişmez kabul edilen kategorilerini eleştirmekteydi. Marx, yine 1847’de kominist Liga’ya katıldı. Engels ile birlikte hareketin temel ilkelerini ve amaçlarını özetleyen bir bildiri yazmakla görevlendirildiler. Bu şekilde ünlü Komünist Manifesto ortaya çıktı. Marx çeşitli nedenlerle bir kez daha Paris’e gitmek zorunda kaldı ama 1849’da Fransa’dan ikinci kez sınır dışı edilerek yaşamının geri kalanını geçireceği Londra’ya gitti. Burada arkadaşı Engels’den yardım alarak yaşamını sürdürdü.1859’da, Berlin’de Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’yı yayımladı. Bu da Manifesto gibi maddeci tarih anlayışının bildirimi nedeniyle önemlidir. Marx’ın ünlü çalışması Kapital’in ilk cildi 1867’de Hamburg’da çıktı. Ancak öteki ciltleri yayıma hazırlamayı tamamlayamadan 1883 yılında yaşamdan ayrıldı. İkinci ve üçüncü ciltler Engels tarafından sırasıyla 1885 ve 1894 yıllarında yayımlandı. Daha başka el yazmaları bölümler hâlinde K. Kautsky tarafından 19051910 yılları arasında yayımlandı. Bu yapıtta Marx, kapitalist sistemin uzlaşmaz bir sınıf karşıtlığını zorunlu olarak içerdiğini savunmaktadır. Engels 1878’de o zamanlar etkili bir Alman toplumcusu olan Eugen Dühring’e karşı yazmış olduğu makalelerden kimilerini Anti Dühring başlığı altında bir kitap olarak yayımladı, bölümlerden biri Marx tarafından yazılmış olan bir yazıdır. Engels, bu arada Doğanın Diyalektiği üzerine çalışıyordu. Ancak bu yapıt çeşitli nedenlerle 1925 yılında Moskova’da çıkana dek yayımlanamadı. Engels’in başka yapı tları arasında, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni önemli bir yer tutar. Bu çalışmada devletin kökenini ve sınıf ayrılıklarını özel mülkiyet kavramından türetme yolunu tutmuştur. Yine bir dizi makalesi 1888 yılında Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu başlığı altında yayımlanmıştır. Engels 1895’de yaşamdan ayrıldı. Engels ve Marx, diyalektik materyalizm öğretisini, teoride ve pratikte birlikte kotardıkları için kimi zaman ikisinin adını birlikte belirterek kimi zaman da isimlerini ayrı ayrı ifade ederek bir anlatım tarzı tuturmak doğaldır. Zaten birçok başka yapıt da bu yöntemi uygulamak zorunda kalmıştır.
0 Comments
John Stuart Mill (1806-1873) Londra’da doğdu. Üç yaşından 14 yaşına dek babası tarafından sıkı bir eğitim programı uygulanarak yetiştirildi. Otobiyografisinde belirttiğine göre, üç yaşında Yunanca öğrenmeye başlamış, on iki yaşına geldiğinde Yunan ve Latin dillerini yazın, tarih ve matematik konularında inceleme yapabilecek düzeyde öğrenmiş bulunuyordu. Aynı dönemde, ekonomi politik üzerine de yetkin bir eğitim aldığını belirtmektedir. Bu arada Adam Smith ve Ricardo’yu da incelemekten geri durmamış. 1820 yılında Fransa’ya giderek Fransız dilini ve yazınını inceledi. Bu arada pek çok liberal düşünür ve ekonomistle ilişki kurdu. Ayrıca Monpellier’de kimya, zooloji, mantık ve yüksek matematik derslerini izledi. 1821yılında Mill İngiltere’ye döndü ve John Austin (1790-1859) ile birlikte Roma hukukunu incelediler. Bunun yanı sıra Bentham felsefesi ile yakından ilgilenmeye başlamıştı. John Austin ve kardeşi Charles’ın aracılığıyla yararcı çevrelerle tanıştı. 1822 de kendisi de bir yararcı çevre kurdu. Üç yıl boyunca bu çevrede yararcı etkinliğini sürdürdü. 1823’te Mill babasının aracılığıyla East India Company’de bir büro memurluğuna yerleştirildi. Burada uzun yıllar çalıştıktan sonra 1856’da iyi bir ücret ile büronun başına geçti. Ne babasını ne de kendisi hiçbir zaman için üniversitelerde görev almış değiller. Mill’in ilk önemli yazı denemeleri 1824 yılında Westminster Review kurulduktan sonra bu dergiye gönderdiği yazıları ile yaptığı katkılardır. 1825’te Bentham’ın beş ciltlik Rationale of Evidence (Kanıt Gerekçesi) adlı önemli yapıtını düzeltmeyi üstlendi, bu çalışması bir yıl sürdükten sonra, yapıt 1826 yılında yayımlandı. Bu arada bir zihin yorgunluğu hisseden Mill bir süre dinlenmeye çekildi. Bu sırada belki de konu değiştirmenin kendisine iyi geleceğini düşündüğü için Coleridge ve Carlyle gibi şairlerin yapıtlarıyla ilgilendi ve Bentham’ın “Tüm şiir yanılsamalı sunumdur.” deyişinden etkilenmiş biri olarak neredeyse şiiri doğrulayıcı bir noktaya geldiğini Otobiyografisinde itiraf etmiştir. Ama yine de hiçbir zaman için yararcılığın dışında kalan herhangi bir tarafta yer almadı. 183031’de Politik Ekonominin Kimi Çözülmemiş Soruları Üzerine Denemeler’i yazdı. Ancak sayıca beş olan bu denemeler 1844 yılına dek yayımlanamamıştır. 1843 yılında Ünlü Mantık Sistemi adlı yapıtı yayımlandı. Bu yapıtı yazarken ünlü pozitivist Augusta Comte’la yazışma olanağı bulmuştur. Çünkü Comte’un Pozitivist Felsefe Üzerine Dersler adlı temel yapı tının ilk ciltlerinden yararlanmıştır. 1848’de Politik Ekonominin İlkeleri’ni yayımladı. 1859’da Özgürlük Üzerine, 1861’de Temsili Hükumet Üzerine İrdelemeler’ini, 1863’te Yararcılık (Utilitarianism) başlıklı çalışmasını yayımladı. Sir William Hamilton’un Felsefesinin Bir İncelemesi başlıklı çalışması ve Auguste Comte ve Pozitivism başlıklı bir inceleme 1865 yılında yayımlandılar. 1868’de England and Ireland adlı bir yapıt yayınladı. Yapıt İrlanda dışında ilgi görmedi. Çünkü İngiliz Hükumetinin İrlanda politikasını kınayan bir çalışma idi. Mill 8 Mayıs 1873 yılında Avignon’da ölmüştür. Savlar ve Tartışmalar adlı yapıtı 1859-1875 yılları arasına çıkmıştır. Din Üzerine Üç Deneme başlıklı yazısı ve Otobiyografi’si 1874’te ölümünden yayınlanmıştır. On dokuzuncu yüzyıl Kıta Avrupasında, Marx ve Engels’in maddeciliği bir yana, genelde Kant sonrası idealist felsefeler düşün dünyasını ele geçirmiş durumdaydılar. Bu alanda Hegel’in etkisi geniş yayılımlı olmuştu, ölümünden sonra da sağ ve sol Hegelciler mirası devralarak etkinliklerini sürdürdüler. Buna karşılık ada Avrupasında David Hume’un kuşkucu empirizmine Thomas Reid ve izleyicilerinin oluşturduğu İskoç Okulu güçlü bir muhalefet gerçekleştirmesine karşın Hume’un etkisi güçlü biçimde devam ediyordu. Henüz Hume yaşarken dünyaya gelmiş olan Jeremy Bentham (1748-1832) Hume’un deneyciliğini yararcı ilkeleri ön plana çıkararak canlı bir biçimde sürdürmeyi sağladı. Kendisini izleyen James Mill ve oğlu John Stuart Mill bu yaklaşımı iyice güçlendirerek daha çok yararcılık (ütilitarianism) adı altında on dokuzuncu yüzyıl İngiliz felsefesinin akışını belirlemiş oldular. Bentham yazılarının bir bölümünün on sekizinci yüzyılın son otuz yılı içinde yayımlanması nedeniyle Hume felsefesi ile on dokuzuncu yüzyıl İngiliz empirizmi arasında bir süreklilik sağlamış oldu. Bentham’ın önemi bir bakıma bu yönünden de gelir. Ayrıca Hume felsefesinin bazı öğelerine bağlılığı da sürdürmüştür. Örneğin Hume’un uyguladığı indirgemeci çözümleme yöntemi, yani karmaşık yapılı bütünün parçalarına, yalın ya da ilkel öğelerine indirgenmesi Bentham tarafından sürdürülmüştür. “Bu iki insandan gerçekten de çok daha büyük felsefeci olanı Hume’du. Ama Bentham’ın kendi buluşu olmayan belli düşünceleri yakalama, onları geliştirme ve toplumsal reform için bir silah ya da araç kalıbına dökme yeteneği vardı. Dar bir anlamda Benthamizm ve genelde yararcılık, geleneğin ağırlığına karşı ve şimdi sıklıkla Kodomanlar (Establishment) olarak adlandırılan şeyin kazanılmış çıkarlarına karşı orta sınıftaki liberal ve köktenci öğelerin tutumunu açıklıyordu”. Marx’ın ünlü öne sürümü ile ifade edersek Hume birincil olarak dünyayı anlamakla ilgilenirken Bentham, birincil olarak onu değiştirmekle ilgileniyordu. Şu hâlde, düşünürlüğünün yanı sıra aynı zamanda bir reformist ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Gerçekte, Bentham ve Mill’in ahlak ve politika felsefeleri, bir yüzyıldan uzun bir süre için İngiliz politik eylemini ve düşüncesini etkilemiştir. İngiliz anayasasının ve hukuk sisteminin modern ve seküler yapılaşmasında bu düşünürlerin ütilitarianist bakış açılarının payı büyüktür. Jeremy Bentham 15 Şubat 1748 yılında Londra’da doğdu. Sıra dışı ussal kapasitelerinin işaretlerini çok küçük yaşlarda göstermeye başlamıştı. Henüz dört yaşında iken Latin gramerini öğrenmişti. Sekiz yaşında Westminster okuluna gitti. On iki yaşında Oxford Üniversitesinde Queen College’a yazıldı. 1763 yılında üniversite eğitimini tamamladı. Baro kariyerine hazırlık olarak Lincolns Inn’e girdi, Ancak hukuk üzerine verilen bazı konferansları derin bir ilgiyle dinledikten sonra konuşmacıların açıklarını da yakalayarak, kendisini bu konularda kuramsal araştırmalar yapmaya yönlendirdi. Özellikle yasa ve kurum kavramlarını yararlılık ögesi açısından incelemeye başladı. 1766’da doktora derecesi aldı. Bentham’ın ilk yapıtı 1776’da Hükumet Üzerine Bir Fragman adı ile yayımlandı. Bu yapıtta Blackstone’un bir konferansta ele aldığı ve Bentham’ın bazı çelişkiler yakaladığı Doğal Haklar Kuramına ilişkin eleştirel bir inceleme söz konusudur. Bentham’ın en önemli çalışması 1789 yılında çıkan Ahlak ve Yasama İlkelerine Giriş ( Introduction to the Principles of Morals and Legislation) başlığını taşır. 1789’da Politik Taktikler Üzerine Makale’yi, 1791’de Anarchical Fallacies adlı yazıyı yazmasına karşılık bunlar ancak Dumont tarafından 1816 da yayımlanabildi. 1791’de Bentham, Panopticon denilen örnek bir tutukevi şeması yayımladı.1802’de Dumont Traittés de législation de M. Jérémie Bentham başlıklı bir yapıt yayımladı. Yapıtta Bentham’ın daha önce Fransızca yayımladığı yazılar ve bir de Dumont tarafından felsefecinin düşünceleri konusunda hazırlanan bir inceleme yazısı bulunuyordu. Bu çalışma özellikle kendi ülkesi dışında Bentham’ın ününün birden bire artmasını sağladı. Ardından kendi ülkesinde de giderek iyice tanınır hâle geldi. Özellikle 1808 yılından başlayarak James Mill onun izleyicisi öğretilerinin yayıcısı oldu. Bunun sonucu olarak James Mill 1812 de kimi yazılarının bir uyarlaması olarak Kanıt Gerekçesi görüşüne Giriş başlıklı bir yapıt yayımladı. Daha sonra James’ Mill’ın çalışmasını da içeren Yargı Kanıtının Gerekçesi beş cilt halinde J.S. Mill tarafından 1827 de yayımlandı. Parlamento Reformu Üzerine Sorular ve Yanıtlar 1817 de çıktı. Aynı yıl Kamunun Bilgilendirilmesi üzerine Yazılar çıktı.1819 da Açıklamalarla Köktenci Reform Tasarısı başlıklı bir yazısı, 1823’te de Bir Anayasa Düzenlemesinin Kılavuz İlkeleri başlıklı çalışması yayımlandı. Bu yapıtın tüm ciltleri toplu olarak ölümünden sonra 1841 de yayımlanmıştır. Eğitim Üzerine (Chrestomathia) 1816’da çıkmıştır. Eylem Tarzları Tablosu, 1817’de James Mill tarafından düzenlenerek yayımlanmıştır. Görev Ahlakı ya da Ahlak bilimi ise ölümünden sonra 1834’te yayımlanmıştır. Burada sözü edilmeyen daha başka yapıtları da vardır. Yazılarının tam ve eleştirel yayımı henüz gerçekleşmemiştir. Bentham, 6 Haziran 1832’de yaşamdan ayrıldı. Bentham hazcılık temeli üzerinde bir etik öğreti geliştirmiştir. İlkçağda Epiküros tarafından öne sürülen, 18. yüzyılda Fransada Helvetius, İngiltere’de Hartley ve Tucker tarafından ele alınan bu yaklaşıma Bentham, yeni ve unutulmayacak bir anlatım kazandırmıştır: Bentham, Ahlak ve Yasama İlkelerine Giriş adlı temel yapıtına şu klasikleşmiş sözleriyle başlar: “Doğa insanlığı iki üstün efendinin denetimi altına yerleştirdi.” Felsefi görüşlerinden çok yaşamıyla pek çok yazar, psikolog ve psikiyatr için ilgi çekici olmuş ve dikkatleri üzerine toplamıştır. Hiçbir büyük filozofun yaşamına Nietzsche’ninkine olduğu kadar ilgi gösterilmemiştir. Bu abartılı ilgi felsefi görüşlerinin gerçek değerini belirlemede olumsuz bir etken olmuştur. Yaşamını ilgi çekici yapan başlıca nedenler kronik bedensel hastalığı, psikolojik rahatsızlığı ve Richard Wagner ile olan inişli çıkışlı ilişkisidir. Nietzsche, 15 Kasım 1944 tarihinde, Prusya’nın Saksonya bölgesinde bulunan Rocken’de doğdu. Dindar bir Lutherci olan babasının 1849 yılındaki ölümünden sonra, annesi, kız kardeşi, büyükannesi ve iki teyzesinden oluşan dindar bir kadınlar grubu içinde büyütüldü. 1854-1858 tarihleri arasında bulundukları yöredeki bir lisede okudu. 1858’den 1864’e dek Pforta’daki ünlü yatılı okulda öğrenim gördü.Klasik Grek dili ve kültürü konusunda verdiği eğitimle sivrilen bu okulda Grek diline ve kültürüne ilişkin derin bir bilgi birikimi edindi. En beğendiği klasik yazarların başında filozof olarak Platon, trajedi yazarı olarak Aiskhylos gelmekteydi. Nietzsche’nin bu okulda yaşadığı bir başka ilginç gelişme de 1861 yılında en beğendiği şair olan Hölderlin üzerine duygu dolu bir deneme yazmış olmasıdır. O sıralarda Hölderlin insanlarca pek tanınmıyor, tanınmamaktaydı ve yaşamının son on yılını ciddi ruhsal bozukluklar içinde geçirmişti. Nietzsche’nin yazdığı denemeden altmış yıl sonra Hölderlin, Goethe’den sonra Almanya’nın en büyük şairi olarak kabul edilmiş ve geniş kitlelerce tanınmıştır. İlgili dersin hocası Nietzsche’nin kâğıdı üzerine şu notu düşmüştür: “Yazara, nazik bir şekilde daha sağlıklı, daha açık ve daha Alman bir şaire bağlanmasını önermeliyim” Yirminci yüzyılın büyük düşünürlerinden Martin Heidegger’e göre de Hölderlin Almanya’nın en büyük şairidir. Nietzsche dâhilik yolunda duyarlık ve iç görüsünü daha gençlik yaşlarında yansıtmaya başlamıştır. 1864 yılında okul arkadaşı Paul Deussen ile birlikte Bonn Üniversitesine gitti.Bir yıl sonra klasik filoloji çalışmalarını Ritschl’in yönetiminde sürdürebilmek için Leibzig’e geçti. Ritschl, o dönemin en büyük klasik filologlarının başında geliyordu. Nietzsche, Leibzig’de Schopenhauer’ın başyapıtı ile tanışmış ve yazarın ateist olmasından etkilenmişti çünkü kendisi de o döneme geldiğinde Hıristiyanlığı çoktandır terk etmiş bulunuyordu. Rheinishes Museum’da klasik filoloji konuları ağırlıklı olmak üzere bazı makaleler yayımladı. Bu sırada Ritschl’in hararetli tavsiyesiyle Basel’de boş bulunan felsefe kürsüsüne profesör olarak atandı.Henüz doktorasını bile vermeden üniversitede profesör olmuştu. 1869 yılında Homeros ve Klasik Filoloji başlıklı açılış dersini vermiştir. Basel’deki yaşamında Wagner ile dostluğu başlangıçta yaşamına renk ve anlam katmıştır. Çünkü o sıralarda aynı zamanda yakalandığı hastalık ile boğuşmaktaydı. 1872 yılında Müziğin Tininden Trajedi’nin Doğuşu başlıklı yapıtını yayımlamıştır. Sokrates’ten önceki ve sonraki Yunan kültürünü betimleyerek Sokrates’ten sonraki dönemin bir gelişme değil düşüş sürecini gösterdiğini ve çağdaş Alman kültürünün de Sokrates sonrası döneme benzediğini öne sürmüş, Alman kültürüne Wagner’in tini yayılabilirse bir düzelme olabileceğini iddia etmiştir. Aslında Nietzsche bir yaşama ve ahlak filozofu olarak yaptığı ruh bilim irdelemeleriyle daha fazla ilgi çekmeye başlamış, dünyaya kendisini bu yönden kabul ettirmiştir. Bu alanlarda yazdığı çok sayıda yapıtın her biri filozoflar kadar sıradan insanlar üzerinde de sarsıcı ama sürekli etkiler bırakmıştır. 1876 yılında Richard Wagner Beyrut’ta başlıklı yazısı çıktığı zaman, Nietzsche ve Wagner birbirlerinden kopma noktasına gelmişlerdi. Bu şekilde Nietzsche’nin ilk yazınsal dönemi sona ermekte ve yeni bir düşünsel döneme girmiş olmaktaydı. İlk döneminde Sokrates’i ve ussalcılığını kınayıcı bir tutum sergilerken bu yeni dönemde düşünürü yüceltici bir eğilim içine girmiştir. İlk döneminde sanatı ve sanatçıyı kültürün taşıyıcısı olarak görürken bu yeni döneminde, bilimi, şiire yeğlemeye başlamıştır. Yine bu dönemde yerleşik tüm inançları sorgulamaya başlamış ve üstelik bunu Fransız aydınlanmasının ussalcı bakış açısı altında gerçekleştirme yolu tutmuştur. Bu ikinci dönemin simgesi durumundaki yapıtı, "İnsanca, Pek İnsanca" başlıklı çalışmasıdır. 1878-1879 yılları arasında üç bölüm hâlinde yayımlanan bu yapıtta Nietzsche, pozitivist bir bakış açısı ile metafiziğe saldırmakta, metafizik uslamlamaların sonul anlamda maddeci çizgide açıklanabileceğini savunmaktadır. Yine bu dönemde iyi ile kötü arasındaki ayrımı, bazı eylemlerin topluma yararlı,bazılarınınsa zararlı olarak yaşanmasında bulmaktaydı. Nietzsche, sağlığının giderek kötüleşmesi nedeniyle Basel’deki kürsüsünden istifa etmek zorunda kalmış ve bundan sonraki on yılı İsviçre’nin ve İtalya’nın çeşitli yörelerinde dolaşıp yazarak geçirmiştir. 1881’de Günün Şafağı’nı, 1882’de Sevincin Bilimi’ni kaleme almıştır. Bu yapıtta Hıristiyanlığın yaşama düşman olduğu düşüncesi işlenirken “Tanrı öldü.” bildirimi pek çok kişiyi şoke etmiştir. 1883-1885 arası yıllarda Böyle Buyurdu Zerdüşt isimli eserini bölümler hâlinde yayımlamıştır.Yapıtın son bölümünde öncesiz sonrasız yineleniş kuramı açıklanır. Bu yapıtta Nietzsche, vermek istediği düşüncelerini İranlı bilge kişi Zerdüşt’e söyletir. Bu yapıtta işlenen üstinsan ve değerlerin yeniden değerlendirilmesi düşünceleri, Nietzsche’nin düşünsel gelişimindeki üçüncü evreyi betimlemektedir. Bu evrede Nietzsche, felsefi görüşlerini ön plana çıkaran İyinin ve Kötünün Ötesinde (1886) ve Ahlakın Soy Kütüğü (1887) isimli eserlerini yayımladı. İyinin ve Kötünün Ötesinde’nin alt başlığı, Geleceğin Bir Felsefesine Giriş şeklindedir. Bu yapıtta güç istenci ve değerlerin yeniden değerlendirilmesi düşünceleri işlenmektedir. Nietzsche, bundan sonra Wagner Davası ve Nietzsche Wagner’e Karşı (1888) isimli Wagner karşıtı yazılarını yayımladı. Aynı yıl Putların Alacakaranlığı, Antichrist (Deccal) ve bir tür otobiyografi olan Ecce Homo adlı yapıtları birbirini izledi. Özellikle bir tür otobiyografi olan Ecce Homo’da eleştirmenlere göre zihin sağlığını yitirmeye başlamasının belirtileri açıkça görülebilmektedir, aşırı bir biçimde kendisini yüceltme yoluna gitmiştir. Bundan sonraki süreçte zihinsel dengesini yitirerek son on yılını yarı bilinçsiz bir biçimde geçirmiş, 1900 yılında yaşamını yitirmiştir. Kant sonrası Alman idealizminin doruk noktası ve en büyük ismi olan Hegel, Almanya’nın Stuttgart kentinde doğdu. Babası bir devlet memuruydu. Stuttgart’taki okul yıllarında parlak bir öğrenci izlenimi bırakmamıştır. 1778’de Tübingen Üniversitesinde ilahiyat eğitimine başladı. Eğitimini tamamladıktan sonra Bern ve Frankfurt kentlerinde altı yıl süreyle aile öğretmenliği yaptı. Bu dönemde büyük çalışmasıyla fazla ilişkisi olmayan bazı yazılar yayımladı. O sıralarda Alman idealizmi Fichte ve Schelling’in kişiliklerinde iki etkili temsilci bulmuş, Alman entelektüel dünyası en parlak dönemine girmişti. Örneğin Hegel’in doğduğu yıl Beethoven’ın da doğum yılıdır. şair ve bilim adamı Goethe, romantik şairler Novalis, Schelegel Kardeşler ve romantiklerin en büyüğü Hölderlin bu dönemde yaşamışlardır. O dönemde Jena kenti romantizmin merkezi hâline gelmiştir. 1801 yılnda Hegel, Jena Üniversitesinde önemli bir konumda bulunan Fichte’nin desteğiyle bu üniversiteye öğretim üyesi olarak atandı. Burada ilk yayımlanan kitabı, Fichte ve Schelling’in Felsefi Sistemleri Arasındaki Ayrım başlığını taşımaktadır. O sırada Schelling de Jena Üniversitesinde görev yapmaktaydı ve Hegel ile aralarında içtenlikli bir arkadaşlık oluştu. Şair Hölderlin’i de aralarına alarak felsefe sorunları üzerine canlı ve üretken tartışmalar yaptılar. Hegel, sözü edilen bu ilk yapıtında Fichte’nin ben ve ben olmayanın mutlaktaki özdeşliği düşüncesini kabul etmemekte ve Schelling’in bu konudaki düşüncelerini daha uygun bulmaktaydı. Aslında bu yapıtta Schelling’in görüşlerini savunma amacı içindeydi. Bu sırada Schelling ile Eleştirel Felsefe Dergisi’nin yayın işini de üstlenmişlerdi. Hegel 1807’de en büyük ve etkili yapıtı Tinin Fenomenolojisi’ni (Phenomeno logie des Geistes) yayımladı. Böylece Fichte ve Schelling’in yanında Alman idealizmi sürecindeki bağımsız ve kendine özgü yerini almış oldu. Bu arada başlayan Jena Savaşı nedeniyle üniversite kapatılınca (1807) Hegel, geçim sıkıntılarını karşılaya bilmek için Nürnberg’de bir lisenin müdürlüğünü kabul etti. 1812 yılında yine büyük bir çalışması olan Mantık Bilimi’ni ( Wissenschaft der Logik ) yayımladı. Aslında bu yapıt 1816’ya dek bölümler hâlinde yayımlanmıştır. Bu sırada pek çok üniversiteden öneri almasına karşın lise müdürlüğü görevini 1816’ya dek sürdürmüş ve o yıl Heidelberg üniversitesinde göreve başlamıştır. Bu üniversitede çalıştığı bir yıl içinde Özet Olarak Felsefi Bilimler Ansiklopedisi’ni yayımlamıştır (1818). Bu yapıtta felsefi sisteminin üç ana bölümünü oluşturan Mantık Bilimi, Doğa Felsefesi ve Tin Felsefesi başlıklı bölümleri özetlemiştir. Estetik üzerine derslerini de ilkin Heidelberg’de vermiştir. Aynı yıl Berlin Üniversitesine geçmiş, ölüm tarihine kadar kaldığı bu üniversitede yoğun biçimde çalışmaya ve yazmaya devam etmiştir. 1821’de Ana Çizgileriyle Hukuk Felsefesi, 1827 ve 1830’da Ansiklopedi’nin yeni düzenlemeleri yayımlanmıştır. Verdiği derslerin metinleri, belli ölçüde öğrencilerinin karşılaştırmalı notlarına dayalı olarak ölümünden sonra yayımlanmıştır. Bu şekilde yayımlanan yapıtları arasında Tarih Felsefesi, Din Felsefesi, Sanat Felsefesi ve Felsefe Tarihi yer alır. 1831 yılında baş gösteren kolera salgınında altmış bir yaşında yaşamdan ayrılmıştır. Hegel Berlin Üniversitesinde çalıştığı sürece sadece Berlin’de değil, tüm Almanya’da en büyük filozof ve belki resmî filozof olarak anılmaya başlanmıştı. Jena’da ki yıllarında Schelling’in bir bakıma asistanı durumunda görünen Hegel, 1820’li yıllarda Kant’ın izinde geliştirilen Alman idealizminin doruk temsilcisi olarak başka hiçbir felsefeciye söz hakkı tanımaz bir büyüklüğe ulaşmıştır. Hiç kuşkusuz bu ünü hak ediyordu. Konuşma yeteneği Schelling’den iyi değildi ama ussal düşünmedeki tutarlılığı ve tüm bilgi alanlarını diyalektiğin alanı içinde ele alabilme yeteneği haklı olarak hayranlık topluyordu. Yapıtlarını verirken genelde evren ve insanlık tarihinin akışına ve anlamına yönelik derin bir öngörüden esinlendiği söylenebilir,ona göre felsefe söz konusu olduğunda, gizemli mistik sezgilere ve duygulara başvurmak kesinlikle onaylanacak bir yol değildir. Felsefede biçim ve içeriğin birliğine inanıyordu, felsefe ancak kavramsal dokusu açık, net ve bağlantılı bir sistem bütünlüğü içinde var olabilirdi. Gerçeklik, ancak ussal olanın yeniden kuruluşu içinde anlaşılabilirdi. Ona göre, bir kısım felsefecinin yaptığı gibi kestirme yoldan giderek gizemli iç görülerle gerçekliğin yakalandığını ilan etmek içi boş bir imgeden başka bir şey değildir. Helvetius (1715-1771) Anlık Üzerine (1758) adlı temel yapıtında, Condillac’ın tüm ruhsal olguların dönüşmüş duyumlar olduklarını gösterme girişimini sürdürmüştür.Bu yapıtın uyandırdığı tepkiler yüzünden kraliyet hizmetinde önemli bir göreve gelebilecek iken getirilmemiştir. İngiltere ve Berlin’e yaptığı yolculuklar dışında kendi ortamında sakin yaşam geçirmiştir. Ölümünden sonra, İnsan Üzerine (Del’homme de se facultés et de son éducation) adlı yapıtı 1772’de yayımlanmıştır. Helvetius, tıpkı Condillac gibi insan zihninin tüm yetilerini duyum ve duyu algısına indirgeme yolunu tutar. İnsanın duyu düzeyini aşan bağımsız yetileri olduğu inancı ona göre bir yanılgıdır. Örneğin yargılama gücünün aklın işi olduğuna inanılır. Oysa ona göre yargıda bulunmak, bireysel düşünceler arasındaki benzerlikleri ve benzemezlikleri algılamaktan başka bir şey değildir. Söz gelimi, eğer sarının maviden ayrı olduğu yargısında bulunuyorsak bunun nedeni ‘sarı’ dediğimiz rengin gözlerimizi ‘mavi’ dediğimiz rengin etkileyişinden daha farklı bir yolda etkilediğini algılamaktır. Yargıda bulunmak şu halde salt bir algılamaktır. Şu halde Helvetius’a göre insanın fiziksel ve zihinsel tüm edimleri doğa yasaları tarafından yönetilmektedir. Bu çerçeve içinde ahlaksal eylemlerimiz de yer alır; ahlaksal eylemlerimiz de doğal yasaların zorunlu bir ürünü olarak gerçekleşir. Helvetius etik alanda da indirgemeci bir yol tutarak tüm ahlaksal eylemlerimizi, kişinin ben sevgisine indirger. Tüm insanların kendilerini sevdiklerini ve mutlu olmayı istediklerini ve eğer kendileri için her türlü hazzı üretmek için yeteri kadar güç sahibi olsalardı, hazlarını ya da mutluluklarını sonul noktaya dek gerçekleştirmekten geri durmayacaklarını belirtir. Bu durumda güç istemi gibi olgular ikincil düzeyde kalmaktadır. Sadece temel haz sevgisinin dönüşüme uğramış biçimleridir. fiu halde bedensel duyarlık temelde insanın biricik fiziksel ya da anlıksal ve etik biricik devindiricisidir. Cömertlik ve iyilikseverlik gibi erdemler de insanın ben sevgisine yani haz sevgisine indirgenebilir. Söz gelimi iyiliksever birisi insanların mutsuzluk ve acılarını kendisinde acı veren duygulara yol açtığı için gidermeye çalışmaktadır. Bu indirgemeci ruhsal durum hiç kuşkusuz etik yönden yararcı bir kuramla uyuşum içinde olacaktır. Ona göre değişik toplumlardaki farklı ahlak görüşleri iyi ve erdem gibi kavramların insanlarca farklı anlamlandırılmalarına yol açmakta, bu da insanlar arasında sonu gelmez tartışmalara neden olmaktadır. Bu nedenle ahlak üzerine tartışmalara girişmeden önce, etik terimlerin ne anlama geldikleri belirlenmeli ve insanlar bu anlamlar üzerinde uzlaşmalıdır. O zaman belki bu alandaki tartışmalar da ortadan kalkacaktır. Bu alandaki inancı düşünce özgürlüğü kabul edilirse insanlığın sağduyusu bu sorunu çözerek etik terimlerin asıl anlamları için ortak bir anlatım bulacaktır. Ama yine de kendisi bu alanda şunu önerir: ‘Erdem’ sözcüğü kamuya yararlı ve genel çıkar ile uyumlu türden eylemlere verilmelidir. Buna göre kişinin öz çıkarı temel ve evrensel davranış güdüsü olmasına karşın, kamu çıkarı ya da yararı evrensel ahlak ilkesidir. Ona göre ortak yarara ruhbilimsel açıdan hizmet etmek olanaklıdır. Örneğin eğer bir çocuğa kendisini sefil ve düşkünlerin yerine koyması öğretilirse acı duyguları yaşayacak ve ben sevgisi sefilliği gidermek için bir istek uyandıracaktır. Zamanın akışı içinde iyiliksever dürtü ve davranışlar yönünde bir alışkanlık kazanmış olacaktır. Böylece en temelde ben sevgisi yatıyor olsa da iyilikseverlik de ruhbilimsel olarak olanaklıdır. Helvetius bu bakış açısıyla olumlu davranış alışkanlıkları oluşturmada eğitimin önemini vurgulama yoluna gider: Yararcı ahlak kuramının başlıca temsilcilerinden olmasına karşın eğitimin gücü üzerinde diretmeyi sürdürür: “Eğitim her şeyi yapabilir ve bizi biz yapan eğitimdir.” Ama iyi bir eğitim sisteminin kurulmasının önünde ciddi engeller vardır. İlk olarak din adamları sınıfı ve ikinci olarak, hükûmetlerin çoğunun yetersiz olmaları olgusu yer alır. Din adamları sınıfının gücü kırılıncaya ve iyi bir hükûmet ile iyi bir hukuk sistemi kuruluncaya dek eğitim sistemi istenilen düzeye gelmeyecektir. Ahlakın en temel ilkesi, “kamu iyiliği en yüksek yasadır,” biçiminde dile getirilebilir. Helvetius bu düşüncelerin ışığında politik despotizme de eleştiriler yöneltir. Monarşik despotizmin hem dehayı yaratıcılığı hem de erdemi öldürdüğünü belirtir. Yine bu sistemde ulusal gelir aşırı ölçüde eşitsiz bir biçimde dağılmaktadır. Ancak özgür bir ülkede ulusal gelir aşamalı bir biçimde daha eşitlikçi olarak dağıtılabilir. Bazı eleştirmenler Helvetius’un Voltaire’e göre çok daha önde duran bir politik reformcu olduğunu öne sürerler. Çünkü despotizmin devrilmesine ve halkın kurtuluşuna ve gelişimine ondan çok daha fazla ilgi duyuyordu. Helvetius bildirilmiş dine ve din adamları sınıfına karşı eleştirilerinde de çok kararlı bir duruş sergilemiştir. Doğal dinden ya da deizmden başka hiçbir düşünceye yer vermeye yanaşmaz. Üstelik bu dinin içeriğini sadece ahlakla ilişkili olarak düşünür. Ona göre Tanrı’nın iyi istenci yeryüzündeki tüm insanların mutlu olmaları ve tüm hazlardan eşit düzeyde pay almaları yolunda olabilir ancak, gerçek ilkeler üzerine kurulan ahlak biricik doğal dindir. Görüldüğü gibi Helvetius tüm aydınlanmacı idelerin inançlı bir sözcüsü olarak dikkati çekmekte ve bu nedenle döneminin tipik bir temsilcisi olma niteliğini hak etmektedir. Arthur Schopenhauer (1788-1860) Almanya’nın Danzig kentinde doğdu. Babası asil bir aileden gelen başarılı bir iş adamı ve Voltaire hayranı idi. Danzig 1793 yılında Prusya orduları tarafından kuşatılınca ailesi Hamburg kentine göç etmek zorunda kaldı. Annesi bir yazardı. Bu nedenle yazın dünyasından pek çok ünlü kişi ile tanışıklık kurma olanağı buldu. Bunlar arasında Goethe’nin adını anmaya değer. Bununla birlikte annesi ile olan ilişkileri çekişmeli ve sert bir çizgide olmuş, giderek birbirlerine az çok yabancılaşmışlardır. Schopenhauer’ın erken eğitimi Fransa, İngiltere, İsviçre, Avusturya gibi ülkelerde sürekli bir seyahat süreci içinde gerçekleşmiştir. Buna karşın bu erken dönem eğitimi oldukça üst düzeyde olmuştur. Sonunda Göttingen Üniversitesine tıp eğitimi almak üzere girdi. Fizik, kimya ve botanik konularında dersler gördü. Burada ilk kez Platon ve Kant felsefeleri ile tanıştı. Bu düşünürlerin, görüşleri üzerinde güçlü ve kalıcı bir etkisi oldu ve tüm ilgisini kararlı bir biçimde felsefeye yöneltti. 1811 yılında Göttingen’den ayrılıp o zamanlar Almanya’da felsefenin başlıca merkezi olan Berlin Üniversitesine girdi. Burada iki yıl Fichte ve Schleiermacher’in derslerine devam etti. Bu derslerde aradığını bulamayıp büyük düş kırıklığına uğradı. Bu arada başlayan savaş nedeniyle üniversite kapatılınca kendi köşesine çekilerek doktora tezi üzerinde çalışmalarını sürdürdü ve 1813 yılında Yeterli Neden İlkesinin Dörtlü Kökü Üzerine başlıklı çalışmasını yayımlayarak Jena Üniversitesinden doktora derecesini aldı. Bundan sonraki eseri başyapıtı olan İstenç ve Tasarım Olarak Dünya oldu. Bu yapıtı 1814 ve 1818 yılları arasında sakin bir yaşam geçirdiği Dresden’de yazmış, 1819 yılında yayımlamıştır. Bundan önce Goethe’nin yüreklendirmesiyle Görme ve Renkler Üzerine başlıklı bir yapıt daha yayınlamıştır. Ancak sözü edilen yapıtları başlangıçta pek ilgi görmemiş, satışları da iyi gitmemiştir. Schopenhauer ancak ölümüne yakın yıllarda gerçek anlamda tanınmaya başlamış ve hak ettiği üne kavuşmuştur. Sözü edilen önemli yapıtlarını yayımladığı yıllarda ününün ve etkisinin doruğunda bulunan Hegel’in gölgesinde kalan Schopenhauer, gerçek bir Hegel karşıtı ve hatta düşmanıydı. Hegel’in gerçek ve uygun bir Kant mirasçısı olduğu biçimindeki kamusal görüşü onaylamayı yadsımaktaydı. Hegel’e karşı olan hoşnutsuzluğu o denli büyüktü ki “Kant ile benim aramda bulunan periyotta üniversitelerde şarlatanlık dışında felsefe diye bir şey bulunmamaktadır.” diyecek kadar ileri gidebilmiştir. “Hegel’in felsefi çalışmalarının tümünden, Hume’un her bir sayfasından öğrendiklerimizden fazla öğreneceğimiz bir şey yoktur.” biçimindeki eleştirisi çarpıcıdır. Ancak Schopenhauer’ın eleştiri okları sadece Hegel’e yöneltilmemişti; biraz yukarıda sözünü ettiğimiz gibi Fichte, Schleiermacher ve Schelling gibi tüm idealist filozof kuşağından derin bir hoşnutsuzluk duymakta idi. Aslında derinlikli ve tam bir açıklıkla gelişmiş olan entelektüel yeteneğinin farkında idi ve biraz da yadırgatıcı egoizmi bundan kaynaklanıyordu denebilir. 1831 yılında kolera salgını baş gösterince Berlin’den ayrılarak Frankfurt’a yerleşmiş ve orada çalışmalarını sürdürmüştür. Bu çalışmalar çoğunlukla İstenç ve Düşünce Olarak Dünya’daki temel fikirleri pekiştirmek ya da daha ileri düzeyde geliştirmek amacına yönelikti. Bunlar arasında örneğin, Dünyadaki İstenç Üzerine (1836) başlıklı yapıtının sözü edilebilir. 1838’de, özgür istencin bilinçlilik kanıtından tanıtlanıp tanıtlanamayacağına ilişkin bir çalışma ile Norveç’teki bilimsel bir topluluk tarafından verilen bir ödülü kazandı. Bu ve bir başka makalesi Etiğin İki Temel Sorunu adı altında 1841 yılında yayımlandı. Bunların dışında Kadınlar Üzerine, Din Üzerine, Etik Üzerine, Estetik Üzerine, Dünyadan Acı Çekme Üzerine ve Varoluşun Boş Oluşu Üzerine, adlarında yapıtları vardır. Özellikle son kitabı ona gerçek ün ve popülerliği sağlamıştır. Schopenhauer’in felsefi düşüncelerinin kaynakları öncelikle ailesel ilişkilerinde, yoğunlaştırılmış öğreniminde ve bunlarla aynı ölçüde kendine özgü kişiliğinde bulunur. Erken bir döneminde öğretmenlerinden birisi felsefe çalışmalarını Platon ve Kant üzerinde yoğunlaştırması gerektiğini söylemiştir. Gerçekten bu iki büyük düşünürün etkisi büyük yapıtında açıkça ortadadır. Bunlara ek olarak Schopenhauer bir başka etkili kaynak olarak klasik Hindistan kültüründen Upanishad’ları keşfetmiştir. Uzakdoğu felsefesinin bu kolu, Schopenhauer’ın “Tüm her şey bu mu?” “Yaşam bu mu?” sorularının yanıtlanması bakımından, görünümün deneyimlenmesinden başka bir şey olmadığı konusunda çıkarımladığı ussal ya da felsefi sonuçları kişilik özelliklerine bağlı sonuçlarla birleştirmesi bakımından yüreklendirici olmuştur. Schopenhauer’ın bu sorulara verdiği yanıt kötümser (pessimistik) bir “evet” olmuştur: Schopenhauer’ın pessimizmi büyük ölçüde kişilik sorunuydu ama kendi kişiliğinden gelen delilik düşüncesinin nesnel bir bilgisi üzerine yapılaştırdığı kişisel yargısına dayalı kötümserliği ile öte yandan kötü kişilerin kötü niyetini anlatan pessimizm arasına ayrım çizgisi koymak istemiştir. O kendi kötümserliğini, “beklenmedik günahkarlıklara baş kaldıran ve sadece daha iyi bir kişilik yapısından çıkan asil bir hoşnutsuzluk duygusu” olarak niteledi ve kendisininki gibi bir kötümserliğin tikel bireylere yönelmediğini ama tümünü de ilgilendirdiğini ve her bir bireyin bu konuya salt bir örnek olabileceğini ekledi. Schopenhauer’ın metafizik sistemi, metafizik sorunları ilgilendiren bilinen anlamındaki bir metafizik sistem olmaktan çok, yaşam ve gerçeklik üzerine kötümser bir bakışın metafiziksel bir haklı çıkarılışını açımlamak esasına dayanır. Onun dünyanın içeriklerinin doğasını anlayış tarzı, dünyadaki istencin işlevinin ve dünya ile ilişkisi içinde kavramın (tasarımın) konumunun bir betimlenişinden başka bir şey değildir. Bu betimleme Schopenhauer’i, kaçınılmaz bir sonuç olarak, kötümserliğin aklı başında bir kişinin insan varoluşuna ilişkin olarak seçebileceği tek bakış açısı olduğu noktasına götürdü. |
Kategori
All
|