Arthur Schopenhauer (1788-1860) Almanya’nın Danzig kentinde doğdu. Babası asil bir aileden gelen başarılı bir iş adamı ve Voltaire hayranı idi. Danzig 1793 yılında Prusya orduları tarafından kuşatılınca ailesi Hamburg kentine göç etmek zorunda kaldı. Annesi bir yazardı. Bu nedenle yazın dünyasından pek çok ünlü kişi ile tanışıklık kurma olanağı buldu. Bunlar arasında Goethe’nin adını anmaya değer. Bununla birlikte annesi ile olan ilişkileri çekişmeli ve sert bir çizgide olmuş, giderek birbirlerine az çok yabancılaşmışlardır. Schopenhauer’ın erken eğitimi Fransa, İngiltere, İsviçre, Avusturya gibi ülkelerde sürekli bir seyahat süreci içinde gerçekleşmiştir. Buna karşın bu erken dönem eğitimi oldukça üst düzeyde olmuştur. Sonunda Göttingen Üniversitesine tıp eğitimi almak üzere girdi. Fizik, kimya ve botanik konularında dersler gördü. Burada ilk kez Platon ve Kant felsefeleri ile tanıştı. Bu düşünürlerin, görüşleri üzerinde güçlü ve kalıcı bir etkisi oldu ve tüm ilgisini kararlı bir biçimde felsefeye yöneltti. 1811 yılında Göttingen’den ayrılıp o zamanlar Almanya’da felsefenin başlıca merkezi olan Berlin Üniversitesine girdi. Burada iki yıl Fichte ve Schleiermacher’in derslerine devam etti. Bu derslerde aradığını bulamayıp büyük düş kırıklığına uğradı. Bu arada başlayan savaş nedeniyle üniversite kapatılınca kendi köşesine çekilerek doktora tezi üzerinde çalışmalarını sürdürdü ve 1813 yılında Yeterli Neden İlkesinin Dörtlü Kökü Üzerine başlıklı çalışmasını yayımlayarak Jena Üniversitesinden doktora derecesini aldı. Bundan sonraki eseri başyapıtı olan İstenç ve Tasarım Olarak Dünya oldu. Bu yapıtı 1814 ve 1818 yılları arasında sakin bir yaşam geçirdiği Dresden’de yazmış, 1819 yılında yayımlamıştır. Bundan önce Goethe’nin yüreklendirmesiyle Görme ve Renkler Üzerine başlıklı bir yapıt daha yayınlamıştır. Ancak sözü edilen yapıtları başlangıçta pek ilgi görmemiş, satışları da iyi gitmemiştir. Schopenhauer ancak ölümüne yakın yıllarda gerçek anlamda tanınmaya başlamış ve hak ettiği üne kavuşmuştur. Sözü edilen önemli yapıtlarını yayımladığı yıllarda ününün ve etkisinin doruğunda bulunan Hegel’in gölgesinde kalan Schopenhauer, gerçek bir Hegel karşıtı ve hatta düşmanıydı. Hegel’in gerçek ve uygun bir Kant mirasçısı olduğu biçimindeki kamusal görüşü onaylamayı yadsımaktaydı. Hegel’e karşı olan hoşnutsuzluğu o denli büyüktü ki “Kant ile benim aramda bulunan periyotta üniversitelerde şarlatanlık dışında felsefe diye bir şey bulunmamaktadır.” diyecek kadar ileri gidebilmiştir. “Hegel’in felsefi çalışmalarının tümünden, Hume’un her bir sayfasından öğrendiklerimizden fazla öğreneceğimiz bir şey yoktur.” biçimindeki eleştirisi çarpıcıdır. Ancak Schopenhauer’ın eleştiri okları sadece Hegel’e yöneltilmemişti; biraz yukarıda sözünü ettiğimiz gibi Fichte, Schleiermacher ve Schelling gibi tüm idealist filozof kuşağından derin bir hoşnutsuzluk duymakta idi. Aslında derinlikli ve tam bir açıklıkla gelişmiş olan entelektüel yeteneğinin farkında idi ve biraz da yadırgatıcı egoizmi bundan kaynaklanıyordu denebilir. 1831 yılında kolera salgını baş gösterince Berlin’den ayrılarak Frankfurt’a yerleşmiş ve orada çalışmalarını sürdürmüştür. Bu çalışmalar çoğunlukla İstenç ve Düşünce Olarak Dünya’daki temel fikirleri pekiştirmek ya da daha ileri düzeyde geliştirmek amacına yönelikti. Bunlar arasında örneğin, Dünyadaki İstenç Üzerine (1836) başlıklı yapıtının sözü edilebilir. 1838’de, özgür istencin bilinçlilik kanıtından tanıtlanıp tanıtlanamayacağına ilişkin bir çalışma ile Norveç’teki bilimsel bir topluluk tarafından verilen bir ödülü kazandı. Bu ve bir başka makalesi Etiğin İki Temel Sorunu adı altında 1841 yılında yayımlandı. Bunların dışında Kadınlar Üzerine, Din Üzerine, Etik Üzerine, Estetik Üzerine, Dünyadan Acı Çekme Üzerine ve Varoluşun Boş Oluşu Üzerine, adlarında yapıtları vardır. Özellikle son kitabı ona gerçek ün ve popülerliği sağlamıştır. Schopenhauer’in felsefi düşüncelerinin kaynakları öncelikle ailesel ilişkilerinde, yoğunlaştırılmış öğreniminde ve bunlarla aynı ölçüde kendine özgü kişiliğinde bulunur. Erken bir döneminde öğretmenlerinden birisi felsefe çalışmalarını Platon ve Kant üzerinde yoğunlaştırması gerektiğini söylemiştir. Gerçekten bu iki büyük düşünürün etkisi büyük yapıtında açıkça ortadadır. Bunlara ek olarak Schopenhauer bir başka etkili kaynak olarak klasik Hindistan kültüründen Upanishad’ları keşfetmiştir. Uzakdoğu felsefesinin bu kolu, Schopenhauer’ın “Tüm her şey bu mu?” “Yaşam bu mu?” sorularının yanıtlanması bakımından, görünümün deneyimlenmesinden başka bir şey olmadığı konusunda çıkarımladığı ussal ya da felsefi sonuçları kişilik özelliklerine bağlı sonuçlarla birleştirmesi bakımından yüreklendirici olmuştur. Schopenhauer’ın bu sorulara verdiği yanıt kötümser (pessimistik) bir “evet” olmuştur: Schopenhauer’ın pessimizmi büyük ölçüde kişilik sorunuydu ama kendi kişiliğinden gelen delilik düşüncesinin nesnel bir bilgisi üzerine yapılaştırdığı kişisel yargısına dayalı kötümserliği ile öte yandan kötü kişilerin kötü niyetini anlatan pessimizm arasına ayrım çizgisi koymak istemiştir. O kendi kötümserliğini, “beklenmedik günahkarlıklara baş kaldıran ve sadece daha iyi bir kişilik yapısından çıkan asil bir hoşnutsuzluk duygusu” olarak niteledi ve kendisininki gibi bir kötümserliğin tikel bireylere yönelmediğini ama tümünü de ilgilendirdiğini ve her bir bireyin bu konuya salt bir örnek olabileceğini ekledi. Schopenhauer’ın metafizik sistemi, metafizik sorunları ilgilendiren bilinen anlamındaki bir metafizik sistem olmaktan çok, yaşam ve gerçeklik üzerine kötümser bir bakışın metafiziksel bir haklı çıkarılışını açımlamak esasına dayanır. Onun dünyanın içeriklerinin doğasını anlayış tarzı, dünyadaki istencin işlevinin ve dünya ile ilişkisi içinde kavramın (tasarımın) konumunun bir betimlenişinden başka bir şey değildir. Bu betimleme Schopenhauer’i, kaçınılmaz bir sonuç olarak, kötümserliğin aklı başında bir kişinin insan varoluşuna ilişkin olarak seçebileceği tek bakış açısı olduğu noktasına götürdü.
0 Comments
Leave a Reply. |
Kategori
All
|