Thales Kimdir?Thales, Eski Çağ Ege Medeniyeti’nde doğanın, ‘doğa dışı’ unsurlardan ziyade kendisinden hareketle açıklanması anlayışının filizlenmesine temel teşkil edecek dönüşümün habercilerindendir. Felsefe, tanışık olduğumuz anlamıyla ilkin Eski Yunan Düşüncesinde Thales ile başladığı ve Pythagoras tarafından terminolojiye geçirildiği kabul edilen bir etkinliğin adıdır. “Felsefe sorularındaki nedir... felsefe sorusunu var eden temel etkendir". Varlığın aslının ve esasının, var olanların kaynağının ne olduğu sorusuna verilen yanıtlar, bütün düşünce tarihi dikkate alındığında son derece çeşitlilik göstermektedir. Verilen yanıtlardan biri, dünyanın kendi değişimini temin edebilecek bir canlılığa sahip olduğudur. Onlara göre dünyanın ana unsurunu oluşturan şey hem maddi hem canlı hem de ruhludur. Maddeye aynı zamanda bir tür canlılık ya da ruhluluk atfeden bu düşünceye hylozoizm adı verilir. Hylozoizm madde anlamına gelen hyle kavramı ile canlı anlamına gelen zoe sözcüklerinin birleşimiyle oluşmuştur ve maddeyi aynı zamanda canlı ve ruhlu kabul eden bir düşünce akımıdır. Eskiçağ Ege Medeniyetinde bu sorunun felsefe bakımından ilk ele alınışının örneğini Milet Okulunun mensubu ve bu okulun kurucusu kabul edilen Thales’te görmekteyiz. Miletli Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, var olanların kaynağını araştırmış ilk filozoflar olarak iki yanlı bir düşünme gerçekleştirmişlerdir. Bu düşünmelerin birinci yanı evrenin kaynağının araştırılmasıyla ilgiliyken ikinci yanı ise evrenin nasıl olup da kendi hareketiyle değişimini gerçekleştirdiğini ve tek merkezden bütün çeşitliliğin ortaya çıktığıyla ilgilidir. Thales’in hayatı, kişiliği ve felsefe görüşleri hakkındaki bilgilerimiz doğrudan değil, dolaylı kaynaklardaki aktarımlara dayanır. Bu dolaylı aktarımların her birinde Thales’in hayatı, kişiliği ve felsefesi hakkında birçok rivayet vardır. Fenikeli olan Thales’in MÖ 624 ile MÖ 548545 yılları arasında Miletos tiranı Thrasybulos zamanında yaşadığı ve yaşadığı şehrin iyi bir ailesine mensup olduğu belirtilir. Platon’un Theaitetos adlı diyalogundaki anlatıma bakarsak yıldızları incelerken önünü göremeyerek bir kuyuya düşmesi ve bu yüzden bir hizmetçiye alay konusu olmasıyla Thales, varolanların gerçek özünü araştırırken yaşama çevresinden kopan filozof örneğinin bir temsilcisi olarak karşımıza çıkar. Öte yandan, Aristoteles’in bir anlatımına göre Thales, gök olaylarını takip ederek bundan zeytincilik alanında ticari kârlar elde edebilen bir kişilik olarak betimlenmektedir. Yine, Herodotos’un aktardıklarına göre Thales; denizcilik astronomisiyle ilgilenen, gök olaylarını yakından takip eden ve güneş tutulmasını önceden hesaplayabilen iyi bir gök bilimcidir.Savaş zamanında bir nehrin aşılması konusunda nehrin kanallarla ikiye bölünerek su seviyesinin düşürülmesini önermek gibi pratik çözümler üretebilen bir mühendis, denizdeki gemilerin arasındaki mesafeyi ölçmek için matematiksel yöntem geliştiren bir matematikçi, aynı zamanda da İyonyalılara siyasi sorunlarını çözmeleri konusunda ortak meclis kurmalarını öneren bir siyaset adamı kimliğinin yanı sıra, Platon’un deyişiyle; sanatlarda usta biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Eskiçağ Ege dünyasında geometrinin kurucusu olduğu, Mısır’dan geometri ve matematikle ilgili bilgileri alarak işlediği ve bunlara yeni katkılarda bulunduğu,piramitlerin yüksekliklerini onların gölge boylarından hareketle ölçme yolunu bulduğu da bildirilmektedir. Tüm bunların yanı sıra Thales, Yedi Bilge arasında anılır ve kendini tanı sözünün ona ait olduğu belirtilir. Thales’in doğa hakkındaki görüşlerini inceleyerek bize aktaran Aristoteles’tir. Görebildiğimiz kadarıyla Aristoteles bir yandan Thales’in doğa hakkındaki düşüncelerini betimlerken öte yandan, onun düşüncelerini diğer düşünürlerinkini incelediği gibi eleştirel bakışla ele alır. Thales Felsefesi: ArkheKonu ana hatlarıyla değerlendirildiğinde arkhe problemi olarak ele alınmıştır. “Arkhe başlangıç, hareket noktası, ilke, nihai ana madde, tanıtlanamayacak nihai ilkedir... Her şeyin kendisinden meydana geldiği ana ‘madde’ arayışı Yunan felsefesindeki en kadim arayıştır ve bununla bağıntılı olarak ikincil şeylerin birincil olandan ya da olanlardan hangi süreçle çıktıkları sorusu bu arayışa eşlik eder” Bu bakımdan Aristoteles’in Thales hakkındaki düşüncelerini iki yönden ele alabiliriz. Bunlardan birincisi, Thales’in düşüncelerinin tarihsel ve mitolojik kökenleriyle ilgiliyken ikincisi, Aristoteles’in Thales’e ait olduğunu söylediği ve eleştirel olarak ele aldığı düşüncelerdir. Betimsel bir yaklaşımla ele alındığında, Aristoteles’in, Thales’e ilişkin olarak aktardığı düşünceler üç ana başlık altında toplanabilir: a. Yeryüzü su üzerinde durur, b. şeylerin doğası su’dur, diğer her şey su’dan meydana gelir. c. Her şey canlıdır ve tanrılarla doludur. Aristoteles’in aktardığı kadarıyla Thales’in düşünceleri sırasıyla, mitolojik kökenleri bakımından ele alınacak ve ardından da Aristoteles’in bu düşünceleri nasıl ele aldığına yer verilecektir. Bu yöntem her ne kadar Thales’in düşüncelerinin ele alınmasının bütünlüğünü belli ölçüde bozacak olsa da konunun sistematik biçimde açıklanması için gerekli görünmektedir. a.Yeryüzü su üzerinde durur:Aristoteles’e göre Thales, yeryüzünün su üzerinde durduğunu söylemektedir. Bu anlayışın kökeninde, dönemin coğrafya bilgisinin etkisi olduğu düşünülebilir. Nitekim günümüzde ‘Cebelitarık’ olarak adlandırılan ve Akdeniz’in Atlas Okyanusu’na açıldığı yer olan boğaz, Eski Yunan söylencesinde “bilinen dünyanın sonu” olarak kabul edilmekteydi. Bu coğrafya bilgilerine dayanan kökenin yanı sıra çok önemli mitolojik temeller de vardır. Eski Yunan söylencesine bakıldığında irili ufaklı, her türlü akarsu tanrısal özelliktedir. Çünkü bunlar, Okeanos ve Tethys’in çocukları olarak kabul edilirler. Yeryüzü, üzerinde bulunan bu akarsuların yanı sıra Okeanos adı verilen tanrısal su ile çevrilidir. Bu anlayışa göre Okeanos, kara parçası anlamındaki dünyanın sınırıdır ve sürekli akış hâlinde olan bu suyun sınırlarına ulaşmak, derin burgaç ve akıntılardan dolayı imkânsız olarak kabul edilirdi. Aynı zamanda bütün nehirlerin ve ırmakların da babası kabul edilen Okeanos’un tarihsel benzeri Mezopotamya mitolojisinde de göze çarpar. Thales’e göre yeryüzü, bir tahta parçası veya ona benzer bir şey gibi suyun üzerinde yüzmektedir. Aristoteles, Thales’in bu görüşünü iki yönden eleştirir. İlkin,havanın sudan daha hafif olduğunu, suyun da topraktan daha hafif olduğu belirtir. Dolayısıyla daha hafif olanın daha ağır olandan aşağıda bulunmasının doğaca imkânsız olacağını belirtir. İkinci olarak da doğal gözlem verilerinden hareketle, su üzerine konulan ve sudan daha ağır parçaların suya batmasından dolayı, yeryüzü’nün de suya batması gerekeceğini ileri sürerek Thales’in bu görüşünü eleştirir. b. Şeylerin doğası sudur:Thales’e göre şeylerin doğası sudur. şeylerin doğası sudur derken suyun her şeyin ana unsuru, ana maddesi, her şeyin kendisinden meydana geldiği ilk neden olduğu kast edilmektedir. Su, kendisi değişmeyen fakat diğer bütün varolanların kendisinden doğup yine kendisine döndüğü ana maddedir. Aristoteles, Thales’i karakterize eden bu görüşü iki bakımdan ele alır. Aristoteles’e göre bu görüş bir yandan deneyime, öte yandan da mitolojiye dayanır. Suyun her şeyin kökeninde bulunmasının deneyime dayanan yanı, her şeyin nemlilikten beslenmesi, hayatın su ve nemlilikten kaynaklanmasıdır. Suyun köken olarak kabul edilmesinin mitolojik temelleri ise yukarıda yeryüzünün su üzerinde bulunması anlayışının da kendisine dayandırıldığı Okeanos’la ilgili söylencede bulunur. Bu anlayışa göre Okeanos, dünyanın başlangıcında bulunur. Okeanos’un kızları ise insanların hayat güçlerinin tazelenmesini sağlarlar. Birbiriyle ilişkili bu iki söylencenin yanı sıra, eskiler ve kahramanların Okeanos’un bir kolu olan Styx üzerine yemin ediyor olmaları da suyun kutsal kabul edildiğinin göstergelerinden biri olarak belirtilir. Thales’in her şeyin kökeninde su olduğunu kabul eden anlayışının felsefi açıdan tartışılması ise dünyadaki nesnelerde meydana gelen değişimler de göz önünde bulundurularak ağırlıklı olarak Aristoteles’in Oluş ve Bozuluş Üzerine adlı kitabında gerçekleşir. Bu kitaptaki anlatımlara göre filozoflar Aristoteles tarafından, evrendeki çokluğu açıklamak için ilke olarak kabul ettikleri Ögeler hakkındaki görüşleri bakımından sınıflandırılırlar. Aristoteles, evrenin tek öğeden oluştuğunu savunan filozoflarla evrenin birden çok öğeden oluştuğunu savunan filozoflar arasında ayrım yapar. Bunlardan birincileri duyulur cisimlerin dayanağının tek olduğunu ileri sürerlerken ikincileri için ise bu öğelerin sayısı birden çoktur. Thales’inde içinde bulunduğu ilk gruptaki filozoflara göre her şey maddi yapıdaki bir unsurdan doğar. Diğer bütün şeyler, söz konusu unsurdan nicel değişme yoluyla seyrelme ve yoğunlaşmayla meydana gelir. Temel sorun, bütün evrendeki çokluğun tek bir öğeden nasıl oluşabileceğidir. Aristoteles’e göre söz konusu her iki anlayışın temsilcileri de dünyadaki değişmeleri ancak kısmi olarak açıklayabilmektedirler. Aristoteles’e göre, evrenin tek tözden meydana geldiğini açıklayabilmek için bu filozoflar, oluş ile başkalaşmanın aynı olduğunu kabul etmek zorundadırlar. Çünkü geri kalan evrenin her bir öğesi, bu öğenin dönüşümünden oluşmak durumundadır. Bu yüzden Aristoteles’e göre tek töz kabul eden filozoflar bundan rahatsızlık duyarlar. Çünkü bu durumda özne tek ve özdeş kalmaktadır. Oysa Aristoteles, tek nesnede hem başkalaşmanın hem de büyüme ve küçülmenin meydana geldiğini belirtir. Öte yandan evrenin temelinde çok öğenin bulunduğunu savunan filozoflar için oluş ile başkalaşma farklı anlama gelir. Bu ikinciler için oluş,öğeler çokluğunun çeşitli şekillerde bir araya gelip ayrışmasıdır c. Her şey ruhlarla doludur:Thales ile ilgili aktarılan ve felsefe bakımından tartışılan üçüncü görüş “her şeyin ruhlarla dolu ve canlı olduğu” anlayışıdır. Konumuz bakımından ele alındığında Thales, ruhun devinim olduğunu söyleyen filozoflar arasında anılır. Thales’in ruhun devindirici güç olduğunu iddia eden düşünürler grubuna dahil olmasının temel gerekçelerinden biri, Thales’in mıknatısın çekim gücü bulunduğunu fark etmiş olmasıdır. Bu gücün Thales’i ruhun devindirici güç olduğunu düşünmeye sevk ettiği belirtilir.Bu devinim sağlayıcı unsurlar aynı zamanda havada da bulunur ve bu filozoflar için havanın canlılık sağlayıcı olarak kabul edilmesinin nedeni de budur. Aristoteles, bu anlayışın kaynağının Orpheusçu şiirlerde bulunabileceğini belirtir. Bu şiirlere göre ruh, soluk veya benzeri bir yolla dış evrenden canlının bünyesine giren bir unsurdur. Bu, başka bir ifade ile canlı maddeciliktir. Aristoteles’in dolaylı yolla da olsa Thales’e atfettiği ‘canlı madde’ anlayışı, Aristoteles’in eleştirilerinin de odak noktası olan sorunun çözümüne yöneliktir. Kendiliğinden hareketin imkânını temele alan ve her şeyde ruhların bulunduğunu ileri süren bu görüş, Aristoteles tarafından onun ‘maddi neden’ öğretisi çerçevesinde eleştirilmektedir. Aristoteles’e göre yalnızca maddi nedenin kabul edilmesi, bize oluş ve bozuluş anlamındaki hareketi vermekten uzaktır. Çünkü bunun tersi düşünülecek olursa dayanak olarak kabul edilenin kendisinin aynı zamanda kendi değişmesinin nedeni olması gerekecektir. Bunu daha açık olarak “örneğin tahtanın veya tuncun değişmesinin nedeni, ne tahta ne de tunçtur. Yatağı yapan tahta, heykeli yapan tunç değildir” şeklinde ifade eder. Yine de Aristoteles’in bu düşünceden ne ölçüde etkilenmiş olduğunun göstergesi olan ifadeleri dikkat çekicidir: “Hayvanlar ile bitkiler, toprakta ya da suda meydana gelirler. Çünkü toprakta su, sudaysa ‘soluk’ (pneuma) vardır. Her ‘soluk’ta da, ‘ruhsıcaklığı’ (thermoteta psük hiken) bulunur. Böylece her şeyin ‘ruh’la dolu bulunduğu anlaşılmaktadır”. Bu “canlı madde” anlayışı, Thales’e atfedilen, zorunluluğun en büyük güç olduğu, çünkü her şeyi kontrol ettiğine ilişkin düşünceyle beraber ele alındığında varlıkta meydana gelen değişim ve dönüşümlerin Hesiodos’un tanrılar anlayışı uyarınca dışarıdan ve belli ölçülerde keyfî olan dinamiklerinin yerine içsel ve “keyfiyeti” dışlayan bir anlayış getirilmiş olduğunu düşündürmektedir, her ne kadar Aristoteles tarafından Thales’in su’yu her şeyin ilk ilkesi olarak seçmesinin nedeni olarak Okeanos veya eski dönemlerde üzerine yemin edilen Styx gibi örnekler gösterilse de artık Okeanos bir baba olarak Tethys bir ana olarak ve pınarlar ile dereler de dünyayı saran akarsular olarak insan biçimci tanrısal özellikleriyle Thales’in doğa olayları ile ilgili açıklamaların da yer almamaktadırlar. Dönüşüm, Aristoteles’in şahitliğinden de anlaşılmaktadır. Aristoteles, Thales’in görüşlerini betimleyip tartışırken Thales’in Hesiodos’un Theogonia’sında sunulduğu şekilde, tanrılara dayalı bir açıklama yaptığını değil, geriye dönük etkilenmiş olabileceği kaynaklar olarak söz konusu tanrıları ve onların özelliklerini anmaktadır. Kaldı ki Thales ile ilgili kaynaklarda da bu kendisini göstermektedir. Thales artık, Aristoteles’in deyişiyle “eskilerin” insan biçimci tanrılar anlayışına dayalı doğa açıklama modelini kullanmamaktadır. Aristoteles’in eskiler olarak kastettiklerini geriye dönük olarak ele aldığımızda doğa olaylarının söz konusu mitolojiler tarafından açıklanması ile Thales tarafından açıklanması arasında birtakım farklılıklar olduğu görülebilir. Hesiodos’un Theogonia adlı eserinde toplumda ve doğada meydana gelen olayların nedeni olarak tanrılar ve tanrıçalar gösterilir. Üstelik bu olayların gerçekleşmesinde bir keyfiyet de söz konusu olabilmektedir. Toplumsal bir durum olarak çeşitli konularda insanların düşüncelerini ortaya koydukları tartışma ortamlarında kimin galip geleceği bir tanrıça olan Hekate’nin isteğine bağlıdır, Sosyal olaylarda görülen bu yaklaşım doğa olaylarının açıklanmasında da sürmektedir. Etna yanardağının lav püskürtmesi de tanrıların yaptığı birtakım eylemlerle ilişkilendirilmektedir.Benzer şekilde depremlerin oluş nedeni de tanrılara bağlanmakta, büyük dalgaları ve şiddetli rüzgârları da bazı tanrıların dindirdiği belirtilmektedir. Oysa Thales benzer konuların açıklanmasında farklı bir yol tutmuş görünmektedir. Thales’e göre depremin nedeni yeryüzünün üzerinde durduğu suyun hareketidir. Yine Thales’e atfedilen düşüncelerin birinde Nil nehrindeki buğulaşma ile rüzgâr oluşumu arasında bir bağ olduğu belirtilir. Thales’te somutlaşan ve doğada olup bitenleri açıklamada kullandığı bu modelin ana özelliği, her açıklanan doğa olayının açıklanma ilkesinin yine doğada yer alan varlıkları temele almasıdır. Bu modele göre yapılan açıklamalar, her ne kadar günümüzün bilimsel doğa açıkla malarıyla tam bir uygunluk göstermeseler de doğa olaylarının açıklanmasında görülen bakış açısı değişikliğinin örneklenmesi olarak değerlendirilebilirler. Kaynak: www.criticfilm.com/
0 Comments
Sokrates Kimdir?Bir Atina yurttaşı olarak Annesi ebe, babası ise heykeltıraş olan Sokrates’in felsefe tarihinde bırakılan en belirgin izlere sahip olduğu söylenebilir. Bunun iki nedeni olabilir: Bunlardan birincisi, kendi yaşamasıyla, içinde bulunulan durum her ne olursa olsun, insanın iyiye ve doğruya yönelebileceğini, insan hayatında erdemin ne derece önemli bir yer tuttuğunu göstermiş olması, ikincisi ise, Atina’lı bir düşünür ve yurttaş olarak, hayatı bir bütün olarak yaşamanın belirgin bir örneğini sunmasıdır. Bu, bir bakıma onun hem yaşamayı hem de ölümü karşılama biçimiyle kendini gösteren bir tavırdır. Sokrates’le ilgili anlatılanlara bakılırsa yaptığı şeylerin başında, çarşı pazar dolaşıp önüne gelen herkese, özellikle de yöneticilerden olup da bir işi iyi yaptığını iddia edenlere, ‘Erdem nedir?’, ‘İyi nedir?’ gibi sorular sorarak onların çok iyi bildiklerini sandıkları konularda kendilerini sorgulamalarını sağlamaktır. O, kendi tabiriyle, ‘At Sinekliği’ yaparak üstelik de ‘Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir.’ diyerek Atina’lılara doğru yolu göstermeyi düstur edinmiş biridir. Sokrates, tutarlı ve araştırmaya dayanan hayatını, idama mahkum edildikten sonra da yine aynı tutarlıkla sona erdirmeyi bilmiş bir kişiliktir. Bu tutarlık onun yasalar ve içinde yaşadığı devletle olan vatandaşlık ilişkisinde de kendisini göstermektedir. Kendisine hapishaneden kaçması teklif edildiğinde, bu teklifi reddetmiştir. Bunun gerekçelerini, eğer kaçarken kendisini yakalarlarsa ona neden kaçtığına dair sorulabilecek soruları yanıtlayamayacağı endişesiyle Kriton diyalogunda dile getirir. Anlatımlarına göre, dönemin Atina’sında, bir yurttaş eğer yönetildiği yasalardan memnun değilse isterse bütün malıyla beraber kentten ayrılabilir. Eğer gitmek istemezse yürürlükteki yasaları eleştirebilir veya yeni yasa teklif edebilir. Kaldı ki tüm bu konularla ilgili olarak kendisini mahkemede savunabilir. Bütün bu anlatımlarından anlaşıldığı kadarıyla Sokrates, zaten başına gelecekleri kabullenmiş olduğundan kaçmamayı tercih etmiştirPlaton’un diyaloglarından ve diğer tanıklıklardan anlaşıldığı kadarıyla Sokrates’in ele aldığı konuların başında insan ruhuna özen göstermesi gelmektedir. İnsanın ruhuna özen göstermesinin gereği, nelerin ona ait olup olmadığını anlaması ve iyi insan olmak için yapılması gerekenleri anlamak içindir. Sokrates’e göre insan hayatında maddiyat ve maddi hazlar önemli olsa da kalıcı değildir ve bu bakımdan da belirleyici değildir. Önemli olan, her şeye rağmen ahlaklı ve doğru bir hayat sürmektir. Sokrates’e göre insan, yaşadığı hayatı ve bu hayatın temel değerlerini sorgulamalıdır. Ona göre sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez. Olağan siyasal ve toplumsal ortamlarda yetişen kişiler, içinde yaşadıkları toplumun ahlak ve görgü kurallarına göre yaşarlar ve bu kurallar herkes tarafından sorgulanmadan kabul edilip sürdürülür. Bu, sorgulanmamış bir hayattır. Kaldı ki sorgulanmamış bir hayatın temel dinamikleri zenginlik, haz, şan, şöhret gibi insanların genellikle kendilerine yöneldikleri ilk amaçlardır. Kaldı ki bunların sorgulanmasına imkân kalmadan yaşama keşmekeşinin içine girmektedir insan. Kendini bil, kendini tanı. Kendini tanıyan insan, bu tanımayla öğrenmiş olduğu insan olmanın doğasına uygun yaşayarak ancak ruhuna özen gösterme imkânına sahip olabilir.Bu aşamada yine Sokrates’e atfedilen başka bir yaklaşımla karşılaşırız. Tüm insanlar iyiyi isterler ve erdem bilgidir. Mutluluk, bilgi ile elde edilen erdemlerle yaşanan bir ahlaki hayatla mümkün olabilir. Herkes, ahlaki bakımdan iyi olanı istemektedir. Herkes iyiyi ister. Fakat temel sorun, insanların iyi adı altında her istediğinin geçekten iyi olup olmadığıdır. Öyleyse iyi, insanların onun öyle olup olmadığını düşünmelerinden veya istemelerinden bağımsız bir varlığa sahip olmalıdır. İnsanın mutlu olmak için nasıl bir hayat sürmesi gerektiğini, yani erdemli bir hayatın nasıl olması gerektiğini bilmek gerekir (Menon, 90be). Bu bilginin temel özelliklerinin şunlar olduğu söylenebilir. Bu bilgi, bir yandan bütüne, tümel olana ilişkin bir bilgiyken, öte yandan da tek tek durumlara ilişkin geçerli olabilmelidir. Yani, bu konularda, bir yandan tümel tanıma sahip olmak, öte yandan, bu dünyada karşılaşılan sorunları da çözebilmenin bilgisine sahip olmak gerekir. Erdemli bir hayat sürmenin tek yolu eğer bu konularda bilgi sahibi olmaktır. Öyleyse bilgi, erdemdir. Sokratik Yöntem Nedir?Sokrates’in kendisiyle beraber gündeme gelen ve annesinin ebe olmasıyla ilişkilendirilen bir yöntemi vardır. Yöntem, Maiotik; doğurtma olarak anılır. Sokrates, kimseye bir şey öğretme iddiasında olmadığı gibi, kimsenin kimseye bir şey öğretemeyeceğini de savunmaktadır. Ona göre her insan, bütün bildiklerine zaten doğuştan sahiptir. Yapılabilecek şey, kişinin kendi kendisine veya iyi bir öğretmen eşliğinde kendisinde bulunan bilgileri açığa çıkartmasıdır. Bu, belli bir yöntemle yapılır ve ‘Sokratik Yöntem’ olarak da anılmaktadır. Sokratik yönteminin ana yapısı şu başlıklardan oluşmaktadır: a. Konuyla ilgili olarak mevcut durumda bilinenler nelerdir? b. Konuya ilişkin bilgiler belli tanımlar altında somutlaştırılır ve yapılan tanımların her bir durum için geçerli olup olmadığına bakılır. Eğer varsa, tanımların kendi içlerinde ortaya çıkan çelişkilerini ve tanımların olup bitenlerle ilişkisinde ortaya çıkan eksikliklerini göstermek. c. Yapılan eleştirel değerlendirmeler sonucunda yeni öğrenmeyi engelleyebilecek her türden yanlış sanılar temizlendiğinde, yani kişi aslında tartışılan konuda bir şey bilmediğini öğrendiğinde, artık yeni öğrenme için hazır demektir. Bu bakımdan yapılan ilk şey, önce bilgisizliğin bilincine varmaktır. d. Tüm bunların ardından, diyalog çerçevesinde, doğru sorularla, kişidekiler ortaya çıkarılır ve nihayetinde de bu ortaya çıkarılanlar yeniden değerlendirilerek konuşma sona erdirilir. Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız ‘Sokratik Yöntem’, olumsuz öğelere sahiptir. Bu olumsuzluk, hem kendisinin hem de bir akrabasının onun adına gittiği Delphoi bilicisinin, en bilge kişinin Sokrates olduğunu söyleyen kehanetini çürütmeye çalışmasında da kendisini gösterir. Sokrates, çok şey bilen insanların yanında kendisinin bilgisizliğinin farkına varacak kadar bilgili olduğunu göstermesiyle onlardan daha erdemli olduğunu gösterilmektedir Platon, hiç kuşkusuz felsefe tarihinin en büyük düşünürlerinden biridir. Ardında, etkisi yüzyıllarca süren ve günümüze dek ulaşan büyük bir düşünsel miras bırakmış ve felsefe tarihinin sistematik çağının başlangıcı olmuştur. Platon, MÖ 427/428 yılı dolaylarında, Atina’da doğdu. Ailesi Atina’nın ileri gelenlerindendi. Çocukluğundan itibaren iyi bir eğitim aldı; sporla, şiirle ve değişik düşünsel disiplinlerle ilgilendi. Erken yaşlarda Sokrates’in öğrencisi oldu ve onun özgün soruşturma yöntemlerinden, felsefi görüşlerinden etkilendi. Gerek ailesinin Atina’daki konumu, gerek kişisel ilgileri nedeniyle gençliğinden itibaren sitedeki siyasi yaşamın bir parçası oldu. O zamanlar Atina, oligarşi taraftarlarıyla demokrasi yanlıları arasında şiddetli çekişmelere sahne olmaktaydı. Yönetimi ellerinde bulunduran ve içlerinde Platon’un akrabalarının da bulunduğu oligarşi yanlıları, zaman zaman aşırı şiddete başvurmakta ve Sokrates’i de suçlarına alet etmeye çalışmaktaydı. Kısa süre sonra demokratlar iktidarı ele geçirince Sokrates, sorumluluğu bulunmayan suçlardan dolayı kovuşturmaya uğradı ve Atina gençliğini sapkın inanışlara davet ettiği gerekçesiyle yargılanarak idam edildi. Platon, bu sarsıcı olay esnasında henüz düşünsel bakımdan yeni serpilmekte olan bir gençti. Hocasının duruşmalarını ve idam sürecini yakından izledi ve bu şahitliğin, düşünceleri üzerinde derin etkileri oldu. O güne dek Atina’da siyasi bir kariyer yürütmeyi düşünen Platon, hocasının idamından sonra bu isteğinden vazgeçti ve yaşamının sonuna dek kararlı bir demokrasi karşıtı oldu. Platon bu olaydan sonra kendisini ağırlıklı olarak felsefi meselelere verdi. Bu yıllarda Mısır’a bir seyahat yaptığına ve bu seyahatten çok etkilendiğine ilişkin rivayetler varsa da bunun doğruluğu tartışmalıdır. Ama kırk yaşından önce Güney İtalya’ya gittiği ve orada yaygın bir bilinirliğe sahip olan Pythagorasçı öğretilerden etkilendiği tartışma götürmez görünmektedir. Yine bu tarihlerde Siraküza Tiranı Dionysos tarafından Sicilya’ya çağırılmış ama yaşadığı anlaşmazlıklar nedeniyle çok geçmeden adayı terk etmek zorunda kalmıştır. MÖ 387/388 dolaylarında Atina’da Akademia isimli bir okul kurarak felsefe,matematik, geometri, astronomi ve fizik eğitimi vermeye başladı. Bu okul, onun gerek yaşam öyküsünde gerek düşünce dünyasında yeni bir dönemin başlangıcı oldu ve daima Batı düşüncesinin ilk büyük akademisi olarak anıldı. Aristoteles ile olan hoca öğrenci ilişkisi de bu kurum çatısı altında gelişti. Sicilya’ya düzenlediği ve her seferinde hayal kırıklığıyla sonuçlanan birkaç seyahat bir tarafa bırakılırsa Platon, Akademideki düşünsel etkinliğini MÖ 348 dolaylarındaki ölümüne dek sürdürdü. Platon ardında, hemen hepsi diyalog biçiminde kaleme alınmış otuzun üzerinde eser bırakmıştır. Antikçağ ya da Ortaçağ kaynaklarında kendisine göndermede bulunulup da günümüze erişmemiş olan hiçbir eseri yoktur. Zaman içinde, Platon’un kendisine ait olmayıp ona atfedilen bazı sahte diyaloglar da yazılmışsa da Platoncu düşüncede ağırlıklı yeri olan eserlerin neredeyse tamamının Platon’a ait olduğunda kuşku yoktur. Platon EserleriGünümüze ulaşan eserlerinin öncelik sonralık sıralarını belirlemek güç olsa da gerek eserlerinde kullanılan dilin özellikleri, gerek düşüncelerinin gelişim seyri, gerek çeşitli kaynaklarda yer alan göndermeler göz önünde bulundurulduğunda onları şu şekilde gruplamak mümkündür; Sokratik Dönem Eserler:Gençlik yıllarında yazdığı ve hocası Sokrates’in etkilerini doğrudan yansıtan eserlerdir.
Geçiş Dönemi Eserleri:Hocasının etkisinden sıyrılarak kendi özgün görüşlerini geliştirmeye başladığı eserlerdir.
Olgunluk Dönemi Eserleri:Platon’un özgün felsefi görüşlerinin zengin bir dille kaleme alındığı ve Platoncu söylemin doruğuna ulaştığı eserlerdir.
Yaşlılık Dönemi Eserleri:Platon’un öğretilerini çeşitli yönlerden sınamaya ve sorgulamaya giriştiği son dönem eserleridir.
Bu sıralama Platon’un sadece başlıca eserlerini içermektedir ve kesin eserlerin sıralarını belirlemek hâlâ tartışmalı bir konudur.
Parmenides Kimdir? Parmenides'in Yaşamı...Parmenides’in ortaya koyduğu felsefe, Elea adı verilen bölgede etkinlik göstermiş olması nedeniyle Elea felsefesi olarak anılır. Elea felsefesi belli bir çerçeve içinde İtalya’daki Pitagoras okulunun fikir olarak devamıdır. O dönemde felsefe yapabilmek için belli bir güce sahip olmak gerekmekteydi. Parmenides aristokrat aileden gelen biri olarak bu güce sahipti. Felsefenin kendisinden sonraki yönelimlerini büsbütün değiştirecek son derece önemli bir anlayış ortaya koyarak yeni düşünüş tarzlarının ortaya çıkmasına sebebiyet verecek yeni bir yol açtı. Parmenides’ten önceki filozoflar var olan sorunu üzerinde uğraşmışlardı. Var olan, mevcut olan bir şeydir. Zaten Elealılar da bu noktayı yakalamışlardır. Ama Parmenides’ten öncekilerin düşüncelerinde bazı açık noktalar bulunmaktaydı. Parmenides’ten önceki filozofların üzerinde ittifak ettikleri bazı temel görüşler bulunmaktaydı. Bunlardan birincisi: Yokluktan var olan meydana gelmeyeceği, hiçlikten varlık ortaya çıkmayacağı, var olan bir şeyin de asla yok olmayacağı yönündeki görüştür. Elea felsefesi de bu temel görüşte bir değişiklik yapmadı. Yani onlara göre de madde ezelî ve ebedî idi. Parmenides öncesi düşünürlerin bir diğer önemli görüşleri ise her şeyin kökeninin tek bir maddeden gelmiş olduğu yolundaki savdı. Bu görüşe göre evrendeki görünür çokluğun tamamı bu tek kökenden meydana gelmektedir. Yani birden çok meydana gelmektedir. Parmenides’ten önceki düşünürlerin üçüncü genel anlayışları ise birden çoka geçişte (ki evren dediğimiz yapı bu çokluğun meydana getirdiği bir bütündür) bir değişim olduğu görüşüydü. Bu görüşe göre evrendeki her varlık, toprak, su, hava ve ateş denen temel unsurları n herhangi birinden ya da hepsinden bir şekilde meydana gelmiştir. Değişim, ortaya bir çeşitlilik, yeni bir şey çıkarmaktadır. Bu, Antik Yunan düşüncesindeki büyük değişme tablosudur. Bu tabloda değişme daha önce var olmayan bir şeyin sonradan ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Elbette değişim, bunun tersine bir süreci de kapsar ve böylece var olan bir şeyin sonradan ortadan kalkması da yine bu değişimin sonuçlarından biri olabilir. İşte Elea felsefesi, bu değişim esaslı evren tablosundaki bazı çelişkilerden doğmuştur. Elealı Parmenides burada uygulamalı felsefe dediğimiz etkinliğe bir geçiş yapmıştır. Parmenides FelsefesiParmenides’in temel iddiası, kendisinden önceki düşünürlerin ileri sürdükleri bu üç savın ya da öncülün aynı anda doğru sayılması durumunda ortaya tutarsız bir sonucun çıkacağı yönündedir. Ona göre eğer her şey ezelî ve ebedî ise, hiçbir şey vardan yok olmaz, yoktan var olmaz ise, değişme denen şey de herhangi şeyin kaybolup yeni bir şey olması ise o hâlde değişme yoktur. Çünkü buradaki ara öncül ile sonuç tutarsızdır. Parmenides’in burada mantıksal bir düşünme ortaya koyduğunu görmekteyiz. Deneyden yola çıkmak yerine mantıkla hareket etmekte ve argümanlı bir düşünce ortaya koymaktadır. Kendisinden önceki düşünürlerin görüşlerini, onların kendi temel kabullerine göre çürütmektedir. Buradan hareketle ikinci konuya geçmektedir: Her şey “bir” ise bu bir nasıl çoğalacaktır? Parmenides’e göre “bir”den “çok” çıkması imkânsızdır. Bu noktada Parmenides’in temel savlarını bir liste hâlinde ortaya koymakta yarar var:
a) Her şey ezelî ve ebedîdir. Yoktan varlık, varlıktan yokluk meydana gelmez, b) Her şey “bir”dir ve sadece “bir” vardır. Bundan hareketle: c) Değişme yoktur. Buradaki “bir” bir küredir. Toprak, hava, su ateş gibi bir şey değildir. Parmenides’in yöneldiği başlıca sorun değişim ya da oluş sorunuydu ve Parmenides kendisinden önceki filozofların, kendi ileri sürdükleri argümanlara dayanarak değişimin imkânsız olduğunu göstermeye çalışmıştı. Değişme Antik Yunanca’da kinesis sözcüğüyle ifade edilmekteydi. Kinesis sözcüğü ise şu anlamlara gelmekteydi: 1. Mekândaki yer değiştirme (hareket), yani bir yerden bir yere gitmek. 2. Niceliksel değişme, yani herhangi bir şeyin çoğalıp azalması. 3. Niteliksel değişme, yani bir şeyin özelliklerinin değişmesi. 4. Herhangi bir şeyin özünün değişmesi, bir şeyden başka bir şeye dönüşmesi. Parmenides’e göre aslında her türden değişim ya da hareket görünüşün aldatıcılığından gelmekteydi. Yani evrene baktığımızda duyularımıza sürekli değişip durduğu yolunda bir görüntü sunabilir fakat bu görüntü aldatıcıdır. Parmenides’in bu konuda iki temel savı bulunmaktadır; a) Görünüş (değişme) aldanıştır. Görünüş zihnimizin yarattığı bir dünyadır, b) Gerçek ise değişmez. Gerçeği akılla kavrarız. Aklı olan insan gerçeğin değişmediğini, herhangi bir çokluk içermediğini, bir olduğunu kavrar. Duyular (aisthesis) ise aldanıştır. Var olmayan şeyleri varmış gibi gösterirler. Parmenides bu görüşleriyle felsefe tarihine bazı yeni sorun alanları kazandırmıştır. Bunlardan ilki birlikçokluk problemidir. Birlikten ya da tek bir kökenden nasıl olmaktadır da evrendeki bütün bu çokluk, bu farklı şeyler ortaya çıkabilmektedir? Bir nesne nasıl olmaktadır da birçok yerde bulunabilmektedir? Bu aşamaya kadar nesne ile nitelik arasında bir ayrım yapılmakta ve nesnesi olmayan bir varlı k düşünülememekteydi. Elealılardan sonra ise değişmenin tanımı değişmiş ve nesne ile nitelik arasında bir ayrım yapılmaya başlanmıştır. Bu ayrıma göre nesne niteliklerin taşıyıcısıdır. Bu anlamda bir nesne sadece bir yerde bulunur. Belli bir kütlesi, ağırlığı vardır. Bunun üzerinde ise nitelikler vardır ve nitelik nesneden bağımsız bir hâlde bulunmaz. Görünüş ile gerçekliği birbirinden ayıran, görünüşün tamamen duyusal ve aldatıcı olduğunu, değişim fikrinin de böyle duyusal bir aldanıştan kaynaklandığını düşünen Parmenides, gerçekliği düşünce ile âdeta özdeşleştirerek bir adım daha ileri atmıştı. Çokluğun da tıpkı değişim gibi tamamen duyuları n bir aldatması olduğunu düşündüğü için çokluğu tümden reddetmek yoluna gitmiş, her şeyin Bir olduğunu söyleyen bir varlık anlayışı ileri sürmüştü. Parmenides’ten sonra felsefe, birlik-çokluk ilişkisine odaklanmış ve bu ilişki sorununu belli bir çözüme kavuşturmaya çalışmıştır. Bundan sonraki felsefelerde “bir”in (gerçek) değişmez olduğu kabul edilecek fakat çokluğun değiştiği söylenecektir. Çokluk görünüştür ve görünüş değişir. Bir olan ise gerçek olanla özdeştir. Gerçek değişmez ve hakiki olandır, akılla kavranır. Görünüş ise algıyla kavranır. Elealılardan sonraki felsefenin en temel problemlerinden biri de gerçeklik ile görünüşü ayırmak ve doğa bilimlerine giden yolu açmak olacaktır. Parmenides’in bir diğer önemli koyutu da düşünce ile gerçekliğin özdeşleştirilmesidir. Ona göre düşündüğümüz her şey vardır ve var olmayan bir şey ne düşünülebilir ne de konuşulabilir. Ona göre felsefesinin birinci temeli budur. Düşünmek bir hüküm vermektir (logostur). Buradaki düşünme psişik anlamda değil. Logos, konuşma, düşünme ve cümle anlamlarına gelir. Bu da yargıdır. Konuşmak hüküm vermektir. Hüküm vermek ise bir yüklemdir. Bu yüzden yüklemi ve bu yükleme konu olan bir nesnesi olmayan herhangi bir düşünme ve cümle olamaz. Bu tabloda yanlış hüküm vermek var olmayan bir şeye hüküm vermektir. Var olmayan bir şey hakkında konuşulamayacağına göre yanlış konuşmak mümkün değildir. Burada var olmak ile düşünmek arasında güçlü bir bağ kurulduğu görülmektedir. Parmenides’in sorduğu en önemli sorulardan biri de “nesne, obje nedir?” sorusudur. Felsefenin asıl konusu budur. “Nesne nedir?” ile “Var olan nedir?” soruları aslında aynı kapıya çıkarlar. Burada kullanılan nesne ifadesi sadece fiziksel olan bir şeye işaret etmez. Nesne elle tutulur, gözle görülür demek değildir. Bu tanım bir kısım nesnelerin tanımıdır, özellikleridir. Elle tutulup gözle görülür olma niteliklerdir. Nitelikler renk, koku, tat, sertlik, yumuşaklık, şekil, ses ve kütledir. Nitelikleri de kendi içinde ayırmak gerekir. Bazı nitelikler nesnenin temel özellikleridir, bazıları nesneye yapışıktır. Bir nesneyi renksiz düşünebiliriz ama bir rengi nesnesi olmadan düşünemeyiz. Renk muhakkak herhangi bir şeydir. Kırmızı bir nesne düşünebiliriz ama kırmızılığın kendisini nesnesiz olarak bilemeyiz. Tek başına gerçek bir varlık olarak onu bilemem. Nesnenin niteliklerini birincil ve ikincil olanlar diye ikiye ayırmak mümkündür. Birincil nitelikler doğrudan doğruya nesnenin kendisine ait olan şeylerdir. Bir şey gözle görülüp elle dokunulabilir ise mutlaka belli bir mekânı doldurmalıdır. Onun doldurduğu nesneye başka bir nesne giremez. Ancak mekân içindeki boşluğa girer. Demek ki nesnenin en temel özelliği yer kaplamasıdır. Bu anlamdaki nesneye cisim ya da fizik nesne diyoruz. İkincil renk, koku, tat vb. nitelikler ancak fizik nesnelerin ikinci nitelikleridir. Üçgenlerde böyle bir ikincil nitelikler yoktur. Nesne fizik nesneden daha geniştir. Masa, ağaç, üçgen; kanatlı at, melek, bunların her biri bir var olandır. Her ne kadar bu var olanlar birbirlerinden ayrı şeylermiş gibi görünseler de hepsinde ortak olan belli özellikler olduğu kesindir. Nesnelerin en temel özellikleri var olmalarıdır. Söz konusu olan hangi nesne olursa olsun, o nesnenin her türlü özelliğini ondan alabilirsiniz ama mevcudiyetini alamazsınız. Fiziksel bir nesneyi ele alarak onu taşıdığı tüm niteliklerden bağımsız biçimde düşünmeye çalışabilirim. Nesnenin bu durumunu mantıkça ve teknikçe düşünebilirim. Örneğin bir kitabı ele alalım. Bu kitabın önce tüm niteliklerini bir kenara bırakıp salt kendiliğini ele alabilirim. Böylece rengi, dokusu vesaire olmayan salt bir kütleye dönüşecektir. Bu aşamadan sonra kitabı bu kütleden bile soyutlamaya çalışabilirim. Bu durumda o kafamda sadece bir şekle dönüşecektir. Zihinsel bakımdan aslında bu şekilden bile soyutlayabilirim onu. Bu aşamada artık kitap bir kavrama dönüşecektir. Tüm fiziksel niteliklerini yitirerek salt akılsal bir içerik hâline gelecektir. Görüldüğü üzere her türlü nitelikten, kütleden, şekilden soyutlandığı hâlde kitap kavramı salt düşünsel bir şey olarak bile olsa mevcudiyetini koruyabilmektedir. Demek ki kitap denen nesneden her türlü özelliği alınabilir ama varlığı yani mevcudiyeti daima kalacaktır. O hâlde bir kez var olmuş bir nesnenin varlığını bir daha asla elinden alamazsınız. İşte Parmenides’e göre bir nesnenin en önemli özelliği onun varlığıdır, var olmasıdır. Bu noktada var olmayan bir şey asla düşünülemez ve Parmenides’e göre ne kadar ad varsa o kadar da nesne vardır. Bu noktadan bakınca düşünebildiğim her şey bir var olandır. Varlık anlamında bunların hepsi aynıdır. Felsefenin bu noktada nesnenin nitelikleriyle değil, doğrudan varlığıyla uğraştığı görülmektedir. Nesnenin nitelikleri ile doğa bilimleri uğraşı r. Parmenides’in burada felsefeyi doğa bilimlerinden ayırdığını söyleyebiliriz. Bu aşamadan sonra onun felsefesinin en temel sorusu var olmak nedir sorusu olmaktadır. Var olanlar arasındaki fark nedir? Platon’dan önceki düşünürlerin hiçbiri bir kalemin var olması ile bir sayının var olması arasındaki farkı ortaya koymamış, tüm varlıkları aynı düzlemde düşünmüşlerdir. Sorunun çözümsüzlüğünün temel sebebi nesneyi nitelikleriyle düşünmüş olmalarıdır. Öyleyse Parmenides’e göre; 1. Düşünebildiğim, hayal edebildiğim her şey vardır. 2. Düşünebildiklerimin, hayal edebildiklerimin dışına çıkmam. 3. Bunlar vardır, ama gerçek midir? Gerçek olsa bile fiziksel olarak gerçek midir? Parmenides, felsefesini bu yolla çiziyor. Ona göre konu, var olan ve nesne aynı şeydir. Parmenides’e göre bir nesnenin en temel özelliği var olması olsa da Parmenides bu var olmanın hangi anlamda olduğunu söylememiştir. Yani fizik nesne midir, hayal midir, mitolojik, teorik, zihinsel ya da inanma nesnesi midir? Bunu ortaya koymamıştır. Bunların ortak özelliği var olmaktır. Var olmasını sağlayan şey de düşünmedir. Yani düşünmek ile var olmak bu noktada özdeştir. Parmenides, buradan hareketle felsefesini inşa etmiştir. Buna göre, düşündüğüm her şey var olandır ve bu da gerçektir. Ama ne tür bir gerçek olduğu ortaya konmamıştır. Yine de Parmenides bir nesneyi niteliksiz bir biçimde düşünebileceğimizi ortaya koyarak yıllar sonra matematik felsefesine ya da bilim felsefesine vardıracak olan yolu açmıştır. Parmenides’in felsefeye olan en önemli katkılarından biri de kavramsal düşünmeye giden yolu açmış olmasıdır. Parmenides “var olmayan bir şey düşünülemez” diyerek gerçekliği ve düşünceyi özdeşleştirdiğinde kavramlar dünyasının kapılarını da aralamış oldu. Böylece biz nesnelerin nitelikleriyle algısıyla değil kavramıyla uğraşırız. Nesnelerin nitelikleri ya da algısı kişiden kişiye göre değişen, duyusal temelde ortaya çıkan aldatıcı bir görünüşten ibaretken kavram aklın bir ürünü, bir soyutlamasıdır. Parmenides bu noktada iki tür dünya olduğunu söyler: 1. Düşünülebilir dünya, yani akla dayanan, akılla kavranan dünya. Bu dünya kuşkusuz gerçekliğin dünyasıdır. Varlık gerçektir. Gerçek ise düşünülebilir olandır ve akılla (noesis) özdeştir. 2. Gerçek olmayan, hakiki olmayan, kendi başına bir mevcudiyeti bulunmayan alan, yani görünüş alanı. Görünüş bizim duyulamamızın, algılamamızın yani zihnimizin yarattığı bir durumdur, bir vehimdir. Zihnin bir hayali ürünüdür. Burada dünyaya ya da doğaya yönelişin iki biçimi ortaya konuyor gibidir. Doğaya duyularıyla yönelen biri aldanacak, doğada bir çokluk ve değişim olduğu yanılgısına kapılacaktır. Oysa ona aklıyla yönelen biri değişim ve çokluğu yadsıyacak ve gerçekliğin bilgisine ulaşabilecek, varlığı bir bütün, Bir olarak kavrayacaktır. Oysa görünüşler tam anlamıyla sanal bir dünyadır ve bunların gerçeklik zemini yoktur. Gerçekten onların görüntüsü bana bağlıdır. Görünüşler insan dünyasının ürettiği bir dünyadır. Bu noktada felsefe tarihinde başından beri su altından giden görünüş ve gerçek ayrımı belirmektedir. Parmenides, algıdan hareketle nesnelerin değiştiğini söyleyemezsiniz, demektedir. Görünüş dünyasının sahte olmadığını ve görünüş dünyasında hareketin sahte olmadığını kanıtlamalıyız. Bu noktada konu aynı zamanda bilgisel bir boyut da kazanmaktadır. Bu esasa göre nesneleri iki bakımdan kendimize konu ediniriz: 1. Bilgisel yönden 2. Varlıksal yönden Bilgisel yönden bir nesneyi konu etmek, onun ne olduğunu bilmektir. Nesnenin ne olduğunu bilmek ise onu bir kavramın altına düşürebilmektir. Nesneyi tanımla, kavramla çerçeve içine almaktayız. Bilgisel olarak nesne tanımına ve kavramına sahip olduğumuz her şeydir. Tanımına ve kavramına sahip olduğumuz nesneye şey deriz. Şey herhangi bir şekilde mevcut, nesne ise artık tanımını bildiğimiz şeydir. Varlıksal yönden nesneye yaklaştığımızda önce reel ya da gerçek nesne diye bir tanım açarız. Gerçek nesne nedir? Var olabilmek için kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan nesnedir, yani kendi başına mevcut olan, biz onu düşünsek de düşünmesek de var olmaya devam eden nesnedir. Ne, kendi başına varlıksa o gerçek nesnedir. Kendi başına var olan nesnelerin birinci grubuna yer kaplayan var olanları koyuyoruz. Yani hiçbir insan bulunmasa da bu nesnelerin mevcudiyeti devam edecektir. Bu anlamda bir grup filozof için fizik nesneler gerçektir. Bunlara fizikalist, realist filozoflar deriz. Bazı filozoflar bunları kabul etmemekte kimi de kabul etmeden gerçek nesneye geometrik ya da kavramsal nesneleri koymaktadırlar. Bu düşünürlere göre mesela üçgenler de onları düşünmesek bile mevcutturlar. Çünkü onlar psikolojik olarak düşünmemizden bağımsızdırlar. Bazı filozoflar soyut dediğimiz birtakım matematiksel, geometrik nesnelerin gerçek olduğunu söylerler. Bunlar onları algılamamızdan bağımızdır, derler. Bunlara ideal nesne diyelim. İdeal nesnenin en temel özelliği yer kaplamamalarıdır, mekânları vardır ama yerleri yoktur. Mesela Kant matematik nesnelerin mekânı zamandır, der. O hâlde daha derli toplu bir anlayış için kaç tür nesne olduğunu başlıklar hâlinde kısaca görelim: 1. Fizik Nesneler: Bunlar cisim selliklerinden dolayı kendi başlarına mevcutlar ama bunların ikinci nitelikleri algılayana bağlıdır. 2. İdeal Nesneler: Bunlar fizik bir mekânı kaplamazlar ama en az onlar kadar bir mevcudiyetleri vardır. Fizik nesnelerle ideal nesnelerin varoluş tarzları farklıdır. 3. Zihinsel Nesneler: Birisinin bendeki tasavvurudur. Bu tasavvur kendi başına nesne değil benim onu düşünmeme bağlıdır. Ben ölünce tasavvurum benimle birlikte ölür. Zihinsel nesnelerin en önemli özelliği, onları algılayana bağlı olmasıdır. Bunlar varlıklarını benim onları düşünmeme borçlular. Bunların ikinci özellikleri başkalarına kapalıdır. Objektif değildir. Fizik nesne herkesin tasavvuruna açıktır ama zihinsel nesne benden başkasının tasavvuruna açık değildir. Bu anlamdaki tasavvurlar benim üzerime etki eden fizik nesneye bağlı ama ortaya çıkışları benim algılamama bağlıdır. 4. Hayalî Nesneler: Yani hayali varlıklar var. İnsan türünün zaman içinde gerek edebiyat gerek sanat gerekse mitoslarda yarattığı varlıklardır. Zihinsel tasavvurum bana ait, ama kanatlı at tasavvuru bana ait değildir. Bunlar insan zihninin uzun yıllar boyunca yarattığı objelerdir (nesnelerdir). Nesne deyince elimizde birden fazla elemanı olan bir küme var. Nesne fizik nesne ile özdeş değil. Fizik nesne sadece duyularımıza, algılarımıza konu olurlar ve mevcudiyetleri yer kaplamalarına bağlıdır. Demek ki nesne kavramı daha geniştir. 5. Dinî Nesneler: Bu beş çeşit nesnenin ortak özelliği onların mevcudiyetidir ve Parmenides, düşündüğüm her şey vardır derken bu nesneler arasında hiçbir ayrım yapmamıştır. O hâlde onun nesne anlayışının, bütün bu ayrımlara sahip olan bizlerinkinden farklı olduğunu kabul etmek durumundayız. Parmenides varlıkla temasımız bakımından iki yol olduğunu söyler. İlki her şeyin öyle olduğunu sanan ölümlülerin yolu, diğeri ise her şeyin iç yüzünü araştıran ve düşünmesini bilen filozofların yolu ya da Tanrıların yoludur. Varlığı düşünmenin de bu tabloya uygun olarak iki yolu vardır: Hakikat yolu ve Sanı yolu. Hakikat yolu akıl ile kavranır. Sanı yolu ise aisthesis (duyum) ile kavranır. Parmenides bu hakikat yolu anlayışı ile kendisinden öncekilerin mantıksal argümanlardan ya da akıl yürütmelerden yola çıkmak yerine gözlemlerden yola çıkarak yaptıkları felsefeyi yeni bir yola sokmuş oldu. Ondan önce filozofların gözünde varlığın bir görünüşü vardı. Görünüş değişen, hareketli ve çokluk göstermekteydi. Varlığı n aslı esası ya suydu ya havaydı ya ateş ya da apeirondu. Bunlar değişmezdi ve hep aynı kalmaktaydı. Ondan öncekiler hakikat algıyla kavranmaz diyorlardı. Fakat yine de hakikati, örneğin su kavramında olduğu gibi, algıda karşımıza çıkan bir şey olarak sunmaktaydılar. Parmenides algıdan yola çıkılarak felsefe kavranamaz diyerek aklı felsefe yapmanın merkezine koymuş ve aklın çokluğu ve değişimi reddettiğini göstermiştir. Parmenides’ten sonraki filozoflar değişime yeniden yer açabilmek için onu varlığı n yokluk, yokluğun da varlık olması olarak anlamak yerine, zaten mevcut olan şeylerin bir araya gelip ayrışmaları olarak anlamak yoluna gitmişlerdir. Hareketi kurtarabilmek için bu çerçevede kalınca da varlık anlayışlarında monist görüşten çokçu görüşe geçmek zorunda kalmışlardır. Bir anlamda varlığı çoğaltmışlardır. Örneğin; Empedokles, evrenin temel unsurlarının sayısını birden dörde çıkarmış (toprak, su, hava ve ateş) ve değişmenin tanımını değiştirmiştir. Değişim, bu dört temel unsurun yer değiştirmesi ya da biraya gelip ayrışmasıdır. Dört unsur değişik biçimlerde kombinezonlar oluştururlar ama miktarları her seferinde yine aynıdır. Bu kombinezonlar değiştikçe farklı nesneler ortaya çıkar. Mesela bir insan toprak, hava, su ve ateşin belli bir oranda meydana getirdiği bir nesnedir. Eğer o ölürse kaybolan onun meydana getirdiği kombinezondur. Empedokles’in bu çözüm önerisi hem değişmeksizin kalan bir temel unsur sağlamakta (dört unsurun kendileri değişmezler, toprak daima toprak, su daima su olarak kalır) ama aynı zamanda onları belli oranlarda birleştirip ayrıştırmak suretiyle değişim ve hareketi de mümkün kılmaktadır. Daha sonra göreceğimiz gibi Anaksagoras ve Demokritos da aynı yoldan giderek değişim ile değişmezliği uzlaştırmaya çalışmışlardır. Parmenides’ten sonraki filozofların çözümüne yöneldikleri ikinci önemli sorun ise yanlış konuşmanın imkânı sorunudur. Daha önce görüldüğü üzere Parmenides gerçeklikle düşünceyi özdeşleştirmiş, her düşüncenin gerçeği dile getirdiğini, yanlış konuşmanın ise ancak olmayan bir şeyi konuşmak anlamına gelebileceğini, olmayan şey de konuşulamayacağına göre yanlış konuşmanın mümkün olmadığını iddia etmekteydi. Bu sonucun bir diğer ifadesi ise “düşündüğüm her şey doğrudur” ifadesidir. Bu problem Yunan felsefesinde anlam probleminin ortaya çıkmasına yol açmıştı r. Bu öncüldeki var olma kavramı deşilmiş, bu kavramdan hareketle sofistlerin felsefesi ortaya çıkmıştır. Örneğin Sofist Gorgias, Parmenides’in dediği türden bir hakikat yoktur. Olsa bile biz bunu duyularımızla bilemezdik ve aktaramazdık. Platon, Sofist, Theaitetos ve Kratylos isimli eserlerinde yanlış konuşma sorununu çözmeye çalışmıştır. Ona göre artık yanlış düşünmek objeler arasındaki bağları yanlış kurmaktır. Yanlışlık yargıda ortaya çıkar. A, B’dir, dediğimiz sürece yanlış ve doğru ortaya çıkar. Yanlış konuşmak iki ayrı kavramı birbirine uygun olmayan bir şekilde bağlamaktır. Böylece Platon’a göre yanlış düşünmek, Parmenides’te olduğu gibi var olmayan bir şeyi söylemek değil, uygun olmayan bir özne-yüklem bağı kurmaktır. Elealı Parmenides, birçok bakımdan Antik Yunan düşüncesinde bir dönüm noktasıdır. Artık rastgele konuşma dönemi kapanmış, görüşlerimizi mantıksal argümanlarla temellendirmek zarureti doğmuştur. Parmenides’in açtığı yol, belirli bir çerçeve içinde Platon’a kadar devam etmiştir. Parmenides’te varlık soyut değil, kütlesel ve küresel bir varlıktır. Varlığı dev bir nikel küre gibi düşünüyorlar, dışı yok. Bu anlamda her şey bir doluluktur. Varlık dediği bir doluluk kümesidir, yani boşluk yoktur. Artık Parmenides ile birlikte felsefe bir doğa felsefi olmaktan çıkıp bir metafizik ve ontoloji hâline gelmeye başlamıştır. Filozofların konusunu fizik nesneler değil, var olanlar çekmeye başlamıştır. Var olan nedir sorusu artık felsefinin gündemine girmiştir. Daha önce fizik nesne, doğa nedir sorusu vardı. Şimdi ise varlık nedir sorusu vardır. Herakleitos felsefe tarihinin adından en çok söz edilen, en çok sevilen filozoflardan biridir. Görüşleri, aralarında Hegel ve Marx gibi önemli isimlerin de bulunduğu birçok düşünürü etkilemiş, bunlar görüşlerini önemseyip kullanmış olsalar da belki de kullandığı kapalı üsluptan dolayı, onu doğru anlayamamış, doğru yorumlamamışlardır. Herakleitos’un düşüncelerini anlayabilmek için Eski Yunan felsefesinin en önemli sorun alanlarından biri olan değişim olgusuna odaklanmak gerekir. Bilindiği üzere Yunan felsefesinin yöneldiği başlıca amaçlardan biri de değişim olgusunun özünü anlamaktı. Herakleitos’un felsefi görüşlerinin önemli bir kısmının doğadaki değişim olgusunun özünü ortaya koymak amacını güttüğü hatırdan çıkarılmamalıdır. Herakleitos dendiğinde akla gelen bir diğer önemli şey de onun o ünlü logos öğretisidir. Bu öğreti, bir bütün olarak göz önünde bulundurulduğunda, yukarıda ifade edilen amaçla, yani doğadaki değişim olgusunu açıklamak amacıyla ilişkilendirilebilir. Öğretinin detaylarına inildiğinde Herakleitos’un doğrudan ve çiğ bir doğa felsefesi yapmanın ötesine geçtiği ve logos öğretisinin, tipik Herakleitos okurlarının tüm öngörülerini aşan bir derinliği olduğu anlaşılmaktadır. Bunlar aşağıdaki bölümlerde ayrıntılı olarak ele alınmaya çalışılacaktır. Bütün bunlar bir tarafa, Herakleitos’un görüşlerini doğru biçimde anlayabilmek için onun mizacını, hayat felsefesini iyi anlamak gerekir. Çünkü Herakleitos, felsefe tarihinde, teoriası (düşünceleri) ile hayatını birleştirmeyi, onları âdeta özdeş şeyler hâline getirmeyi başarmış üç beş düşünürden biridir. Bu yüzden her şeyden önce hayat öyküsüyle ilgili bazı ayrıntılara odaklanmakta yarar vardır. Herakleitos aristokratik bir aileden gelmekteydi. Sinirli bir mizaca sahipti ve ailesinin ilk çocuğuydu. Eski Yunan dünyasında ailenin ilk çocuğu mirasa hak kazandığı hâlde Herakleitos bu mirası geri çevirmiş ve tüm haklarını kardeşine devretmiştir. Bu elbette bugün birçoklarımıza yadırgatıcı gelecek bir davranıştır. Fakat Herakleitos’a göre yaşam ya da zaman kimini kral yapar, kimini ise köle. Herkes buna razı olmalıdır. Herakleitos’un yaşadığı dönemde sırf belli soylardan gelen aristokrat kişiler oldukları için zenginleşen sosyal sınıflarla geniş halk kesimleri arasında büyük bir siyasi mücadele dönmekteydi. Aristokratlar soylu oldukları için yönetme hakkının kendilerinde olduğunu iddia ediyor, halk kalabalıkları ise toplumun geniş kesimlerine yönetime bir şekilde dahil olma hakkı tanıdığı için demokrasiyi savunuyorlardı. Kölelerinse demokratik düzende dahi oy verme hakları yoktu. Aristokratlar, sahip oldukları geniş toprakları satmaya yanaşmıyor, diğerleri ise bu toprakları almak için kavga ediyorlardı. Çünkü toprak sahipliği beraberinde doğal olarak birtakım siyasal haklar getiriyordu. Herakleitos bu grupların her ikisindende hoşlanmıyordu. Demokratları çok gürültülü buluyor, aristokratları ise fazla seviyesiz oldukları için eleştiriyordu. Bu tutumunun kuşkusuz evren düzenine yönelik görüşlerinde belli bir etkisi olmuştur ve bu etkiyi ortaya koymak azımsanacak bir şey değildir. Öte yandan Herakleitos, doğrudan doğruya öğretici bir tarzda yazmayı da reddetmiştir. Bu yüzden onun metinleri pasif bir öğrenme süreciyle değil, aktif bir katılımla takip edilebilirler. Bu yüzden okur, Herakleitos’tan günümüze kalan parça yazıları (fragmanlar) yorumlamaya çalışırken muammalar çözen, herhangi bir anlama ulaşabilmek için kafasını her dem çalıştırmak zorunda kalan bir giz çözücü gibi hareket etmek zorundadır. Şark kültürlerine özgü bu kapalı ve gizemli üslubundan dolayı onu peygamber olarak niteleyenler bile çıkmıştır. Fakat buradaki peygamber ifadesini Farsçadan dilimize geçmiş olan bildik anlamıyla ele almamak gerekir. Yunan dünyasında elbette peygamber gibi bir sözcük yoktu fakat peygamberlerin yerini tutacak büyüklükteki din adamlarının maniaya sahip insanlar oldukları düşünülmekteydi. Mania tanrısal bir vecd hâlinde kendinden geçmek anlamında kullanılmaktaydı ve mania hâlinin bir tür büyülenme olduğu düşünülmekteydi. Tamamen Eski Yunan kültürüne dayanan bu olgu öylesine önemsenmekteydi ki Eski Yunan’da maniası olmayan bir insanın yüksek hakikatlere varma yetisinden mahrum olduğu düşünülmekte ve bu tür insanlar genelde bilgi ile ilgili konularda hor görülmekteydi. Bugün bazı felsefe tarihçileri Herakleitos’un sara hastası olduğunu iddia etmekte ve saralı insanlarda da bu tip kendinden geçme durumlarının görülebildiği gerçeğinden yola çıkarak Herakleitos’un eserlerine damgasını vuran mania özelliklerini biyolojik esaslı bir hastalıkla açıklamaya çalışmaktadırlar. Bunun yanı sıra Herakleitos’un bazen “ağlayan filozof” olarak da anıldığı görülür. Çünkü kendisi koparılıp atıldığı, uzaklaştırıldığı bir ülkeye, varlık ülkesine gitmeye, daha doğrusu dönmeye çalışan bir insanın hüznü ile düşünmüş ve yazmıştır. Bu yüzden eserlerine tam bir melankolinin hakim olduğu söylenir. Yaşama karşı genel tutumunu anlamaya çalıştığımızda, onun, insanların kurtuluşunun, içinde bulundukları koşullara tevekkül etmelerinden geçtiği düşüncesine dayanan bir yaşayış biçimini savunduğunu görmekteyiz. Bu yaşayış biçiminin detaylarına dikkat kesildiğimizde bedensel hazlardan uzak durulmasını öneren bir insan çıkmaktadır karşımıza. Belki de bu özelliğinden dolayı kendisine budala denmiştir. Savunduğu bu genel yaşayış ilkesine uygun yaşadığı ve agoradaki zenginleri, bedensel şeylere olan aşırı düşkünlükleri nedeniyle sık sık aşağıladığı bilinmektedir. Tüm bu görüşleri ve yaşayış özellikleriyle döneminde birçok kişi tarafından deli olarak nitelenmiştir. Tarihsel kaynakların aktardığı bir rivayete göre o dönemde yaşayan bir deliye Herakleitos adı takılmış ve Herakleitos’un cismani varlığı bazen bu deli insanınkiyle karıştırılmıştır. Demokritos zaman olarak hem Sokrates’ten önceki dönemlerde yaşamıştır hem de Sokrates’ten sonraki kültür filozoflarındandır. Kendisinden önce neredeyse tamamen doğa sorunlarıyla ilgilenildiği hâlde Demokritos, doğa sorunlarından insan sorunlarına geçilen bir ara dönemde yaşamış bir düşünür olarak hem doğa hem kültür konuları ölçülü olarak işlemiştir. Bu bakımdan Demokritos, felsefe tarihinin kapsamı en geniş felsefelerinden birinin sahibidir. Bu geniş kapsamlı felsefenin temeli ise mutlu bir yaşam, bilgince bir yaşamdır. Demokritos’a göre iki tür haz vardır: 1. Bedensel hazlar: Bunları ölçülü biçimde yaşamak gerekir. Bedeni ne ezmek ne de rahat bırakmak lazımdır. 2. Zihinsel hazlar: Bunar kalıcı olan hazlardır. Varlığı temaşa etmek esasına dayanırlar. Demokritos’un eserlerinin önemli bir kısmı maalesef yok edilmiştir. Bunun başlıca sebeplerinden biri Yunanlı değil, Makedonyalı olmasıdır. Atinalı olmayanların genelde saygı görmemelerinden dolayı kendisi de Atina’da çok saygı görmemiştir. Mesela Platon onun görüşlerinden birçok şey esinlendiği hâlde eserlerinde adını bir kere bile anmamıştır. Buna karşılık Aristoteles’te ona karşı daha ölçülü ve saygılı bir dil kullanıldığını görmekteyiz. Demokritos’un geniş kapsamlı felsefesini üç başlıkta incelemek mümkündür: 1. Varlık Anlayışı, 2. Bilgi Anlayışı, 3. Ahlak Anlayışı Elealılardan sonraki felsefenin temel problemi hareketin varlığını kanıtlamak, görünüşü kurtarmak ve algı dünyasındaki çokluğu ve değişimi temellendirmekti. Elea Felsefesinde varlık “bir”di ve cisimsel bir küre olarak düşünülmüştü. Yani belli mantıksal argümanlarla varlığın bir olduğu ve varlığın boşluk kalmayacak şekilde her şeyi doldurduğunu düşünüyorlardı. Tabii böyle bir durumda değişme olmazdı. Elealıdan sonraki filozoflar varlığın çok olduğunu söylemişlerdir. Empedokles sudan toprağın meydana gelmeyeceğini anlamıştı ama toprak da kemikten meydana gelmez. Anaksagoras bu sorunu gördüğümüz her şeyin bir tohumu olduğunu söyleyerek aşmaya çalıştı. Ama bu ekonomik değildi sorunlarımızı çoğalttı. Bu noktada Demokritos sorunu çözmek istedi. Parmenides’in cisimsel, kütlesel küresini parçalayarak en alt düzeye indirdi. Ona göre evren, ya da varlık gözle görülemeyecek kadar küçük parçacıklardan meydana gelmiştir. Parmenides’in varlığa atfettiği tüm özellikleri bu küçük parçacıkların her birine atfetmiştir. Bir anlamda Parmenides’in yekpare bir bütün, dev bir küre olan varlığını ufalamıştır. Parmenides’in varlığı, değişmez, dönüşmez, ölümsüz, ezelî, ebedî, belli bir yeri dolduran, herhangi bir boşluk içermeyecek ölçüde sıkı bir yapıydı. Demokritos varlığın tüm bu özelliklerini evreni meydana getirdiğini düşündüğü küçük parçacıklara atfetti ve bu parçacıklara bozulmaz, parçalanmaz anlamına gelen atoma dedi. Bunlar sayıca sonsuz olan evrenin en temel yapı taşlarıydı. En temel özellikleri ise sıkılık, yani hiçbir boşluk içermeme, ezelîlik ve ebedîliktir. Bunlar evrende belli bir boşluğu ya da mekânı doldururlar yani sonsuz bir boşlukta hareket ederler. Bunlar birbirlerini meydana getirmemişlerdir çünkü hepsi birden ezelî biçimde mevcutturlar. Kendileri en küçük parçacıklar oldukları için daha küçük parçalara bölünmezler ve zaten tek parçadırlar. Bu yalınlık nedeniyle de asla bozulmaz ve parçalanmazdırlar.Başlangıçta ne iseler şimdi de öyledirler ve gelecekte de aynı şekilde kalacaklardır. Bu anlamda aslında varlığın korunumu gibi bir ilkenin ortaya konduğu söylenebilir. Elea felsefesinin en büyük sorunu boşluğun varlığını kabul etmemesiydi. Oysa Demokritos, kendi içlerinde hiçbir boşluk içermeyen atomların sonsuz bir boşlukta hareket ettiklerini söyleyerek bir anlamda boşluk fikrini benimsedi. Atomlar sonsuz sayıda oldukları için kuşkusuz bunların içinde devinecekleri boşluğun da bir sınırı olmaması gerekmekteydi. Yani Demokritosçu evren sonuçta iki şeyden, sonsuz sayıda atomdan ve sınırsız bir boşluktan oluşur. Eğer Demokritos boşluk diye bir şeyi kabul etmeseydi bu atomlar asla hareket edemez, birbirleriyle âdeta bitişirlerdi. Böylece ortaya Parmenides’in yekpare bir yapı oluşturan sıkı varlık anlayışından farksız bir tablo çıkardı. Elbette Demokritos mutlak yokluk diye bir şeye inanmıyordu. Ona göre boşluk relativ bir yokluktur. Yani herhangi bir atomun bulunmaması durumudur. Demokritos’un atomlarının hepsi aynı malzemeden yapılmıştır ve bu malzeme de doluluktur. Yani bir şeyi doldurmadır. Bu daha sonraki yıllarda madde anlayışının oluşmasında önemli bir ayrıntı olacaktır. Atomların bir diğer önemli özelliği ise birbirlerinden şekilleriyle ayırt edilebilmeleridir. Bunların kimisi cilalı taş gibi yuvarlak, kimisi pürüzlü ve köşeli, kimisi üçgen prizma şeklinde, çengelli, kimisi deliklidir. Aralarındaki bu ayrım sayesinde evrendeki yapıca farklı şeyleri meydana getirebilirler. Mesela katı bir masa da atomlardan yapılmıştır, ruh gibi devingen bir yapı da. Ama masayı meydana getiren atomlar şekilce köşeli, ruhu meydana getirenler ise kaygan, pürüzsüz ve yuvarlaktır. Ayrıca atomlar arasında büyüklük bakımından da farklar bulunur. Kendisi atomlara belirgin bir ağırlık yüklememişse de sonraki atomcular bunu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Bu tabloyla varlığı meydana getiren nedir sorusuna cevap verilmiş olmaktadır. Şimdi kâinat, çokluk nasıl meydana geldi sorusuna cevap verilmesi gerekecektir. Demokritos’a göre atomlar ezelî ve ebedî bir düşüş, bir hareket içindedirler. Demokritos’a göre atomlarla beraber bir hareket de vardır ve bu hareket sonsuz bir düşüş şeklindedir. Öyle bir düşme ki merkezden yayılır. Bu atomlar başlangıçta çarpma ve itme (bir araya gelme) ilişkisi içindedirler. Milyonlarca küçük parçacıklar bir yerlerden düşüyorlar ve birbirlerine çarpıyorlar. Bazıları bir araya gelip bazıları uzaklaşıyor. Bu noktada ezelî ve ebedî hareket ile atomları aynı zamanda düşünmüş, ikisinin birlikte ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Kendisi farkında olmadan mutlak mekânı da düşünüyor. Böyle bir durumda yayılma var ve bu durum sürekli olarak vardır. Bu atomlardan bir kısmı öyle bir yapı meydana getiriyor ki bizim kâinatımız meydana geliyor. O da kâinatı bir kule şeklinde düşünüyor. Boşluk sınırsız, atomlar da sayıca sonsuz oldukları için bu sonsuz malzemeden sonsuz sayıda kâinatın ortaya çıkması kaçınılmazdır. Kâinatın meydana gelmesinde atomlar kendi aralarında bir araya gelecek yapılar oluşturur; atomlar ve atom kümeleri. Bu atom kümeleri nesneleri meydana getirir. Demokritos yeryüzünü tepsi biçiminde düşünür. Demek ki toprak belli atomların bir araya gelmesinden oluşmuştur. Daha sonra da belli atomlar suyu meydana getirirken belli atomlarsa gezegenleri oluşturur. Sürekli birbiriyle örtüşen atomlar ateşi, çok hareketli atomlar güneşi, ayı meydana getiriyor. Bazıları da canlıları dolayısıyla bitki, hayvan ve ruhu meydana getiriyor. Artık her şey aynı malzemeden yapılmış, her şey atomlardan meydana gelmiştir. Bu tablo, her şeyi tek bir yapıya indirgeyen birleştirilmiş bir doğa felsefesinin sonucudur. Her nesne, her varlık atomların birleşmesinden meydana geldiğine göre birbirlerinin aynı olmalıdırlar. Fakat nesneler birbirlerinden farklı olduğuna göre bu durumda farklılığı yaratan şey nedir? Farklılık farklı nesne gruplarından, atom bileşiklerindeki farklılıklardan oluşur. Demokritos tam bu noktada eski geleneğe dönüş yapmış gibidir. Onlar da toprak, su, hava ve ateş gibi farklı unsurlar ileri sürüyorlardı. Demokritos bu bakımdan onlardan daha materyalist görünmemektedir. Ona göre nesneler arasındaki farklılıklar şu sebeplere dayanabilir: 1. Farklılık atomların birleşme tarzında ortaya çıkabilir. A atomları, B atomları ve C atomları belli bir şekilde bir araya geldiğinde toprak, aynı atomlar farklı şekillerde birleşirlerse su meydana gelebilir. Demek ki farklı nesnelerin meydana gelmesinin sebebi aynı nesnelerin farklı biçimlerde birleşmesidir. Bu görüş bugünkü madde anlayışına da yakındır. 2. Farklılığı meydana getiren farklı atom düzenlenişleridir. Benzer atomlar, farklı biçimlerde düzenlendiklerinde farklı nesneler ortaya çıkarabilirler. 3. Diğer bir sebep, atomların nesnelerin düzenlenmesindeki konumudur. Aynı atomlar öyle şekilde düzenlenebilir ki farklı bir nesne verebilir. Demek ki farklılığın meydana gelmesinde değişik bileşikler benzer atomların bir araya gelme ve atomların nesnelerin içindeki konum farklılıklarından dolayıdır. Demokritos ruhun da atomlardan meydana geldiğini söyleyerek Yunan dünyasının klasik ruh anlayışından büyük ölçüde uzaklaşmıştır. Ruh atomları en parlak, pürüzsüz, yuvarlak, cilalı ve bu yüzden de en devingen atomlardır. Demokritos ruh atomlarının aynı zamanda hafif atomlar olduklarını, bu yüzden ölümden sonra kolayca uçup gittiklerini söylemekteydi. Ona göre ruh öldüğü zaman parçalara ayrılır ve havalanır. Yunan dünyasında ölümsüzlük parçalanmamak demektir. Demek ki Demokritos ölümsüzlüğe inanmamakta, ruhun beden öldüğü zaman çözülüp gideceğini düşünmekteydi. Demokritos ruhun ölümlü olduğunu ve beden öldükten sonra onun da parçalara ayrılıp dağılacağını söyleyen ilk isimdir. Demokritos bütün bu evren tablosuyla bir anlamda değişimi kurtarmış olmaktadır. Ona göre atomlar tıpkı Parmenides’in varlığı gibi asla yok olmasalar da nicel anlamda birbirleriyle birleşip dağılarak bir değişim meydana getirirler. Böylece her türden değişim bir anlamda nicel temelde olup biter. Tüm değişim de atomların yer değiştirmesinden ya da sayıca artmasından oluşur. Örneğin bir nesne büyüyorsa yeni atomlar kazanıyor, küçülüyorsa eksiliyordur. Yani atomlar birleşiyor ve ayrışıyordur. Bu durumda nesnenin özdeşliği bozulmaz. Nesne yine aynı nesne olarak kalır. O hâlde eksilip çoğalan şey varlığın kendisi değildir. Varlık ezelî ve ebedîdir. Değişim aynı zamanda nesnelerin niteliklerini değiştirmesi şeklinde olabilir. Ağaç yeşildir ve bir süre sonra sarı olur. Bu niteliksel değişmeler nesnenin özdeşliğini kaybettirmez. O zaman niteliksel değişmenin kaynağı yine nicelikseldir. Niceliksel değişimler belli bir ölçüyle sınırlı kaldığı sürece nesnenin özdeşliği devam edecektir. Nicel değişim nesnenin niteliğinde görünür bir değişime yol açabilir. Niteliğin değişmesi ancak gözlemlediğimiz zaman ortaya çıkar. Nesnenin niteliksel değişmesi, benim algılamamda yarattığı etkiden anlaşılır ve bu etkiden dolayıdır. Nesneler aynı zamanda özsel bakımdan da değişebilirler. Bu tür bir değişme bir nesnenin artık o nesne olma özelliğini yitirmesidir. Demokritos’a göre bu durumda nesne yok olmaz. Yani nesneyi oluşturan atomlar ortadan kalkmaz. Sadece o nesneyi oluşturan atomlar çözülür ve başka bir hâle dönüşür. Özsel değişme atomların ya bütünüyle ayrışarak başka nesne gruplarına gitmesi ya da atomların en temellerinin yer değiştirmesidir. Bütün bu değişimlere dikkat edildiğinde hepsinin de temelde niceliksel değişimler olduğu görülür. Burada Demokritos’un getirdiği fark şudur: Bu tabloda bütün olaylar fiziksel süreçlerdir. Yani evren olayları üzerinde herhangi bir akıl ya da iradenin etkisi yoktur. Tüm evren olayları atomlar arası etki ve tepki ilişkilerinden oluşmaktadır. O hâlde bunun mekanik bir evren tasarımına giden yolu araladığı söylenebilir. Bu düşüncenin Antik Yunan dünyası açısından önemli bir yenilik olduğu görülmektedir. Çünkü daha önceki düşüncelerde böyle açık bir mekanizm göze çarpmamaktadır. Son kertede Demokritos’un mekanik ve maddeci bir zihniyete sahip olduğu söylenebilir. Başlangıçtan beri Yunan felsefesi varlığı iki biçimde kurmuştur: Varlığın aslı ve görünüşü. Gerçeklik yani varlığın aslı akıl ya da düşünme ile kavranır. Görünüşü ise algı, duyum (aisthesis) ile kavranır. Parmenides görünüşü gerçeklikten tamamen koparırken Demokritos bu ikisini birleştirmek istemiştir. Demokritos’a göre varlığın aslı atomlar ve atomların düzenlenişleridir. Gerçek atomların düzenlenişinden meydana gelmektedir. Ben atomları algılarımla duyumlarımla algılayamam, idrak edemem, doğrudan doğruya algıma konu yapamam. O zaman görünüş nasıl ortaya çıkar? Görünüşün ortaya çıkması için önce nesne olmalıdır. Nesne atomlardan meydana gelir. Bu da fizik bir nesne ortaya koyar. Atomlar nesnenin esasıdır. Görünüşün ortaya çıkması için ikinci koşul algılamadır. Demek ki algı da gerekir. Yani bir bilinç, zihin gerekiyor. Demokritos’ta görünüş, nesnenin fizik yapısının benim duyu organlarım üzerindeki etkisinden meydana gelir. Ben atomları göremem ama atomlar benim üzerimde bir etki yaratır. Bu etkiden dolayı da görünüş ortaya çıkar. Burada nesnenin iki temel özelliğinden bahseder. 1 - Nesnenin kendisi. 2 - Benim organlarım üzerindeki etkisi. O hâlde atomların iki tür nitelikleri olduğu söylenebilir: Birincil ve ikincil nitelikler. İkincil nitelikler ona göre renk, koku, sertlik gibi duyu organlarıyla algılanabilen niteliklerdir ve bunlar uzlaşımsaldır. Demokritos bu evren anlayışının yanı sıra idealist bir ahlak anlayışı ortaya koymuştur. Bilgeliğin insanı mutlu edeceğine inanmıştır. Yunanlılar bilgiyi bizim gibi anlamazlar. Bilgi bizim için bir güçtür, yarardır. Yunan’da bilginin iki temel yönü var: Birincisi keyif yönü. Bilmek için bilmek. Bu önemli bir şeydir. Başlangıçta temel bilgi anlayışı budur. İkincisi ise Yunan’da bilgi pratik hayatı mutlu kılmalıdır. Yani bireysel anlamda sizi mutlu kılmalı. Bu anlamda buna yaşama bilgeliği diyoruz. Bu Yunan Sophiasının en önemli yönüdür. Hayatın önemi ustalaşmaktır. Buradaki önemi hayatı mutlu, uyumlu ve huzurlu bir biçimde yaşamamızdır. Bunun için de Yunan bilgeliğinin temelinde yaşama bilgeliği yatar. Bu da hayatı bütün olumsuzluklarına rağmen sırtlayıp götürmektir. Demokritos da bilgece, ölçülü ve dengeli olmak gerektiğini söyler. Bu da azla yetinmek, ölümden korkmamaktır. Kendini her türlü zorluğa alıştıracaksın, diyor. Bu sebeple sizin hayatınızı anlamlandırmanız gerekir. Kaynak: www.criticfilm.com/ Platon ile birlikte Batı felsefesinin en büyük iki düşünüründen biri olarak kabul edilen Aristoteles, MÖ 384/3 dolaylarında Trakya’daki Stageira’da doğmuş ve henüz genç yaşlarda Atina’ya giderek Platon’un Akademia’sına girmiştir. Antik çağın bu en önemli felsefe okulunda yirmi yılı aşkın bir süre kalmış, bu süre zarfında hocası Platon’un felsefi öğretilerinden derin biçimde etkilenmiştir. Bu etkiyi, eserlerinin bazı yerlerinde sarf ettiği “biz Platoncular...” ifadesiyle bizzat kendisi de dile getirir. Platon’un MÖ 398/7 dolaylarındaki ölümü üzerine Atina’yı terk ederek önce Batı Anadolu’daki Assos’a, ardından Lesbos (Midilli) adasına gitmiş, buralarda okullar kurmuş, dersler vermiş ve öğrenciler edinmiştir. MÖ 343/2 dolaylarında o sıralar henüz on iki on üç yaşlarında olan Büyük İskender’in özel hocası olmak üzere Makedonya kralının sarayına çağırılmıştır. (Bu davette, babasının Makedon sarayının eski doktorlarından biri olmasının da rolü olsa gerektir). Makedonya sarayıyla olan yakın ilişkisi, Aristoteles’in siyasi ve ahlaki görüşlerinin şekillenmesinde önemli bir rol oynamışsa da Makedonya’nın yayılmacı politikalarından endişe duyan Atina ahalisi tarafından daima kuşkuyla karşılanmasına yol açmıştır. Aristoteles MÖ 335/4 dolaylarında nihayet yeniden Atina’ya dönmüş ve kendi okulunu kurmuştur. Okul, “Liseus” isimli bir bölgede olduğu için Liseum adıyla anılmış, okul öğrencileri tartışmalarını genellikle yürüyüş yollarında gezinerek yaptıkları için bu okulun öğrencilerine peripathetikler (gezinenler) de denmiştir. Aristoteles’in eserlerine ilişkin üstünkörü bir inceleme bile onun birçok farklı konuda zengin içeriklere sahip önemli eserler kaleme aldığını tespit etmeye yeter. Felsefe tarihinde, bunca farklı konuda bunca önemli eser kaleme almış başka bir isim yoktur. Birçok yorumcu, Aristoteles’in, düşünce tarihinin en azimli ve renkli araştırmacısı olduğu konusunda hemfikirdir. Eserlerinin özet bir dökümü bile okuyucuyu bu fikre ikna etmeye yetecektir. Aristoteles’in, düşünce tarihine etkileri bakımından başta gelen eserlerinden biri, mantık disiplinini âdeta tek başına inşâ ettiği Organon’dur. Bu eser Kategoriler (Kategoriai), Peri Hermeneias (Önerme Üzerine), I. Analitikler (Analytika I), II. Analitikler (Analytika II), Topikler (Topika) ve Sofistik Çürütmeler (Peri Sophistikon Elegkon) adlarını taşıyan altı kitaptan oluşur ve akıl yürütmenin dayandığı temel ilkeleri inceler. Aristoteles’in felsefenin gelişimini çağlar boyu en çok etkilemiş eseri olan Metafizik, onun “ilk felsefe” (prote philosophia) olarak adlandırdığı, varlık sorunlarını ele alan hacimli bir eserdir. Kitap, Aristoteles’in eserlerini sınıflamaya girişen öğrencisi Andronikos tarafından, filozofun bir diğer eseri olan Physika’dan sonraya konduğu için Metaphysika (fizikten sonra) olarak adlandırılmıştır. Aristoteles’in birçok eser, mektup ve yazısı içinden özellikle sivrilen diğer önemli eserleri şunlardır: Doğayı incelediği Physika (Fizik), hayvanları ele aldığı Peri ta Zoa Historia (Hayvanlar Üzerine), ruh sorununu ele aldığı Peri Psykhe(Ruh Üzerine), ahlak sorunlarını ele aldığı Ethika Nikomakhea (Nikomakhos Ahlakı) ve Ethika Eudemeia (Eudemos Ahlakı), devlet ve siyaset sorunlarını ele aldığı Politika ve Athenaion (Atinalıların Devleti), hitabeti ele adığı Rhetorika ve sanat konularını ele aldığı Poetika. Milet Okulu düşünürlerinin sonuncusu olan Anaksimenes de önceki iki Miletli düşünür gibi öncelikle arkhe sorununa yönelmişti. Ona göre arkhe, hava (aer) idi ve Anaksimenes tek tek var olan her şeyi havanın niteliksel değişikliklerine göre açıklamaktaydı. Temel maddenin sınırsız hava olduğunu söylemekte ve var olmuş ve var olacak bütün şeylerle ilahi varlıkların ve tanrıların bu temel maddeden oluştuğunu savunmaktaydı. Ona göre hava sınırsızdır, her şeyi kaplar, kuşatır. Bu maddeden var olan, var olacak olan her şey meydana gelmiştir. Tanrılar bile havadan meydana gelmiştir. Ayrıca bu temel maddeden başka diğer şeyler de meydana gelir. Anaksimenes’in bize kazandırdığı en önemli fikir, evrendeki değişmenin niceliksel bir yönü olduğudur. Anaximenes’in gözünde değişim ve dönüşüm havanın değişik oranlarda niceliksel olarak değişmesinden ibarettir. Kozmos, havanın değişik biçimlere girmesiyle oluşmuştur. Anaksimenes sonraları dört temel öge olarak benimsenecek olan toprak, su, hava ve ateşi felsefede ilk kez tam anlamıyla konu edinen kişidir. Bu temel unsurlara daha önce Anaksimandros’ta da değinilmiş fakat bu açıklıkla ortaya konmamıştı. Anaksimandros’a göre yazın sıcak olan öge hakim olup soğuk olanı geriletir. Kışın ise soğuk olan öge hakim olur ve sıcak olanı geriletir. Bu ilişki karşılıklı bir gerilim üzerinden tüm evrende sürüp gitmektedir. Anaksimenes, yeryüzünü tekrar bir nesnenin üzerine yerleştirmiş, bu da astronomi alanında bir gerileme olarak kabul edilmiştir. Anaksimenes’e göre yeryüzü bir tepsiye benzemekteydi ve Anaksimenes bu tepsinin topraktan yapıldığına inanmaktaydı. Bu toprak yine evrenin merkezine topaklaşmıştır. Toprakta yoğunlaşma, fazla sıkışma ve sürtünme ile parçaların koptuğunu ve bu parçaların fazla sürtünme ile ateşe dönüştüğünü söylemiştir. Güneş ve Ay da topraktan yapılmıştır fakat örneğin bunlardan Güneş, aşırı sürtünme nedeniyle ateşe dönüşmüştür. Anaksimenes yeryüzünün, toprağın, evrenin ilk parçası olduğunu ve bu toprağın da havanın sıkışması sonucu meydana geldiğini söylemekteydi. Ona göre hava keseleştiği için önce yeryüzünü meydana getirdi ve bu yeryüzü tepsi şeklindeydi ve havada durmaktaydı. Hepsi de topraktan meydana gelmiş olan Güneş, Ay ve gök cisimleri Anaksimenes’e göre yeryüzünün çevresinde belli yörüngelerde dönmektedir. Beş yıldızın ise yörüngede sabit durduğunu söyler. Güneş, yerin etrafında döner, Dünya’nın kuzeyi yüksek dağlarla kaplı olduğu için biz gece Güneşi göremeyiz. Miletos Okulu düşünürleri gözleme düşüncelerinde önemli bir yer vermişlerse de gözlemlerinin sonuçlarını kontrol edebilmelerini sağlayacak bir deney yapma anlayışı geliştirmemişlerdir. Bu okula mensup düşünürlerin ana madde olarak kabul ettikleri temel unsurlar, salt maddi birer yapı olmanın yanı sıra ilahi, ebedi ve tanrısal özellikler de sergilerler. Bu yüzden bu ilk filozofların mitolojik düşünceyle bağlarını tamamen koparmadıklarını anlıyoruz. Ana maddeyi canlı olarak görmüş, belli anlamda evrimci bir görüş taşımışlardır. Onlara göre evren, zaman içinde dönüşümlerle oluşmuştur. Felsefi düşünme bu aşamada henüz yoktur, doğal varlık düzeni üzerine çeşitli düşünmeler vardır. Bu düşünmeler, mitolojik tasavvurlara dayanmaktaydı. Milet Okulu düşünürleri monist bir anlayışa, yani evrenin temel unsurunun bir tek olduğunu savunan bir felsefi görüşe sahip olsalar da bunlardan Anaksimandros monist anlayışın yanı sıra belli bir tür çokçuluk da geliştirmiş, Anaksimenes ise monizmin son temsilcilerinden biri olarak değerlendirilmiştir. Miletos Okulu düşünürlerinin doğa felsefesi, evrenin oluşumunun yanı sıra, canlıların doğum ve ölümlerini, meteorolojik olayların araştırılmasını da kapsayan özgün bir soruşturma alanıydı. Miletos Okulu düşünürlerinin bir diğer özelliği de aklın gücünün sınırsız olduğuna inanmış olmalarıdır. Bu bakımdan onlarda felsefe olduğu söylenemez. Çünkü ‘bilgimin kaynağı, doğruluk ölçütü ve alanı nedir?’ gibi sorular henüz sorulmamıştı. Bu gibi sorular, Ksenophanes ile beraber sorulmaya başlanmıştır. Kaynak: www.criticfilm.com/ Eski Yunan felsefesinde “Varlığın aslı esası nedir?” sorusuna verilen cevaplar, aynı zamanda “evrenin kaynağı nedir?”, “evrendeki bu çokluk nasıl olup da bu kaynaktan meydana gelmiştir?” sorularıyla da iç içedir. Thales’in bu sorulardan ilkine verdiği yanıt bir yönüyle dinî tutumlara, diğer yönüyle içinde yaşadığı dünyayla ilgili kişisel gözlemlerine dayanmaktaydı. Suyun canlılar için taşıdığı büyük öneme vurgu yapmış olması bu gözlemlerinin neticesindeydi. Thales, suyun canlılar için taşıdığı büyük önemi vurgulamasının yanı sıra, varolanların sudan nasıl meydana geldiğini ise pek açık olarak ifade etmemiştir. Yunan felsefe dünyasında varolanların kaynağı ve bu kaynaktan varolanların nasıl meydana geldiğine yönelik ikinci açıklama denemesi Thales’in dostu ve öğrencisi olarak yaklaşık MÖ 611 546 yılları arasında yaşamış olan Anaksimandros’dur. Hakkında günümüze ulaşan bilgilerden anladığımız kadarıyla Anaksimandros, politikacı, astronom, haritacı ve matematikçi kimliğiyle ön plana çıkmış bir kişidir. Eski Yunanların Karadeniz kolonilerinden biri olan Apollonia’nın kurucularından olan Anaksimandros, Akdenizi merkeze alan bir yer haritasının yanı sıra, Yunan dünyasında ilk gök haritalarından birini de çıkaran kişidir. Yine, astronomi alanında Eski Yunan dünyasındaki ilklerden olan ve o gün için büyük önem taşıyan dört önemli teorik ve pratik keşfi vardır. Bunlardan ilki dünyanın ekliptik eğriliğini keşfederek güneşin mevsimlere göre doğma ve batma konumlarını nasıl değiştirdiğini açıklamaya yönelikken ikincisi, gnomonu (güneş saati) pratik kullanıma sunmasıdır. Üçüncüsü, yine Güneş’in doğuşu ve batışının açıklanmasına yönelik Thales tarafından geliştirilmiş olan ve dünyanın su üzerinde yüzen bir tepsi biçiminde olduğu anlayışına dayalı olan açıklamaya alternatif olmuştur. Thales’in getirdiği açıklamada Güneş’in doğuşu ve batışı arasında kalan zamanda Güneş’in görünmemesinin nedeni olarak dağların ardında kalması ve insanlar bu yüzden Güneş’i görmeden tekrar doğuya geçtiği yolundaydı. Anaksimandros’a göre ise dünya düz bir tepsi değil fakat genişliği yüksekliğinin üç katı olan bir sütun şeklindedir. Güneş’in batması esnasında, Güneş bu sütunun arkasında kaybolmakta, doğması esnasında da sütunun diğer yüzünden ortaya çıkmaktadır. Anaksimandros’un astronomiyle ilgili olarak geliştirdiği dördüncü önemli düşünceyse bir sütun olarak belirttiği dünyanın herhangi bir dayanak olmaksızın evrenin merkezinde ve boşlukta hareketsiz olarak duruyor olduğudur. Anaksimandros boşlukta hareketsiz olarak durmayı, dünyaya etki eden bütün güçlerin birbirlerini eşitlemesi sonucunda ortaya çıkan bir durum olarak tasarlar. Anaksimandros’a göre yeryüzünün evrenin merkezinde hareketsiz olarak durmasının yanı sıra dünya çevresindeki yıldızlar ve öteki gök cisimlerinin yapısını ve oluşma biçimlerini de açıklamağa çalışmıştır. Anaksimandros’a göre yıldızlar, etrafı kabukla örtülmüş olan ve içinde ateş bulunan bir çemberler sisteminin çatlaklarından sızanışıklardan oluşmaktadır. Bu çemberlerdeki çatlakların büyüyüp küçülmesiyle de Ay’ın değişik hâlleri ortaya çıkmaktadır. Yunan dünyasına astronomi alanında getirdiği bu yeni fikirlerden başka Anaksimandros’un diğer bir özgün yanı ‘sonsuz dünyalar’ fikrini ortaya atmış olmasıdır. Aynı zamanda bir tanrısallığa da sahip olan Apeiron’dan içinde yaşadığımız dünyanın da bulunduğu, eş zamanlı mı yoksa ardışık olarak mı var oldukları belirsiz kalan sonsuz bir evrenler çokluğunun bulunduğundan da söz etmektedir. Astronomi ağırlıklı olan bu çığır açıcı görüşlerinin yanı sıra, Anaksimandros canlılar ile insanın ortaya çıkışı ve gelişimiyle ilgili olarak da ilk evrimci yaklaşım olarak nitelenebilecek bir anlayışı öne sürmüştür. Bu anlayışa göre nemlilikte başlayan canlılık gittikçe daha karmaşık organizmaların ortaya çıkmasıyla neticelenerek sulardan karalara doğru gelişen bir evrimle insan ortaya çıkmıştır. Görünen dünyanın ve ondaki değişmenin açıklanmasına yönelik olarak varlığın aslının esasının ne olduğu ve bu kaynaktan bütün varolanların nasıl meydana geldiğini Anaksimandros, Apeiron kavramını temele alarak açıklamağı denemiştir. Anaksimandros’a göre bütün varolanlar Apeiron’dan meydana gelmişler ve yine zorunlu olarak Apeiron’a geri döneceklerdir. Apeiron yaşlanmayacak olan ve doğmamış olan bir şey olarak tasavvur edilmesiyle asıl gerçeklik olarak varolanlar ise geçici olmalarıyla ‘bir süreliğine’ varolmuş olanlar olarak yani görünüş olarak düşünülmüşlerdir. Temel madde olarak “sınırsız” olan, kökensiz, yok edilemezdir ve onun hareketi de sonsuzdur. Bu hareketin sonucuysa varolanların “ayrışması” ve ortaya çıkmasıdır. Apeiron’dan ilkin Sıcak ile Soğuk ayrışır; bu ikisinden denemli olan ayrışır; bundan Dünya ile hava ve küresel bir dolgu gibi dünyayı çevreleyen ateş çemberi meydana gelmiştir. Anaksimandros, apeiron kavramını doğrudan, belli birtakım niteliklerini vererek tanımlamak yerine, dolaylı yolla ne olduğunu değil, fakat daha çok ne olmadığını ortaya koyan negatif bir tanımlamayla belirlemeye çalışır. Apeiron kavramı bir yönüyle ‘sınırsız’, diğer yönüyle ‘belirsiz’ kavramlarıyla karşılanabilir. Apeiron’un sınırsız olması, içerisinde yaşadığımız dünyadaki bütün tek tek varolanların kendisinden meydana gelmiş olduğu ve hâlen varolanların kendisine geri döneceği düşünüldüğünde bütün bu varolanları ve gelecekte varolacak olanları da içinde barındırabiliyor olması anlamındadır. Bu konumuyla apeiron âdeta varoluşa gelecek olanların ve varoluştan kalkacak olanların kendisinde saklandığı ve saklanacağı bir ‘depo’ işlevindedir. Apeiron’un belirsiz olmasıysa belirli niteliklere sahip olan tek tek varolanların aksine, bir niteliği ya da belirlenimi bulundurmaması, belirlenim dışı olmasıdır. Anaksimandros’a göre toprak, hava, su veya ateşin hepsi birlikte yahut herhangi birisi ‘apeiron’ olmadığı gibi bunların sahip olduğu sınırlı nitelikler de apeironda bulunmaz.Yine bu temel düşünceden hareketle bütün evrene hakim olan, söz konusu var olma ve kaynağa geri dönmenin nedeni olarak ise ahlaki bir ilke öne sürülmektedir. Bu ilkeye göre her şeyi, içerisinde biçim almamış, somut olarak varolmayan tarzında barındıran apeiron, varolmak, yani somut varolanlar olmak isteyenlere engel olmamakta fakat varolmanın bedeli olarak da yok olmayı yani apeirona geri dönmeyi şart koşmaktadır. Nietzsche’nin yorumuyla ‘Her varolan mutlaka yok olmayı tadacaktır. Burada varolma, bir biçim alarak içerisinde yaşadığımız gerçeklik alanına ‘çıkma’ olarak tasavvur edilmektedir. Varolanların varolmasını, yani apeiron’dan ayrılarak dünyada olmalarını şekil alma olarak varolma süreciniyse zıtlıklara dayanan kademeli bir oluş olarak ele almak mümkündür. Apeirondan ilkin soğuk ile sıcak, ardından kuru ile yaş, ardından da bunların çeşitli birleşmeleriyle de diğer bütün varolanlar meydana gelmektedir. Apeiron’da bütün varolanların ilkin şekilsiz olarak varolmalar ve bütün varolanların Apeiron’dan çıkıp yeniden Apeiron’a geri dönecek olmaları onun hem nitelik anlamında belirsiz hem de nicelik anlamında sınırsız olduğunu düşündürmekte, aynı biçimde ‘zamanın düzenlenişi’ olarak bütün oluşa ve yokoluşa hakim olan bir yasalılığın varlığını ortaya koymaktadır.Aristoteles’in Fizik adlı eserinde de belirtildiği üzere, “sonsuz” üzerine düşünmek, doğa bilimi çalışması yapmak için kaçınılmaz bir başlangıç noktasını oluşturmaktadır. ‘Apeiron’u karşıtları içerisinde barındıran birlik olarak tasavvur eden Aristoteles, her şeyin sınırsız olandan gelip yine sınırsız belirsiz olana geri döneceğini ileri süren Anaksimandros’un görüşlerini ele alırken“Doğa düşünürlerinin hepsi, ‘öge’ adı verilen nesneler içinde hep değişik bir doğayı ‘sonsuz’ diye alıyorlar: Söz gelişi su, hava yahut bunlar arasındaki nesneyi.Ama sınırlı sayıdaki nesneyi öğe diye alanlardan hiçbiri bunları sonsuz olarak kabul etmiyorlar” demektedir. Thales’in bu konudaki görüşlerine baktığımızda karşımıza çelişki çıkmaktadır. Evrenin oluşumu ilkin suyla başlamakta, ardından sudan zıttı olan kuruluk meydana gelmekte ve bu zıtlıklar üzerinden de evren oluşmaktadır. Burada, bir şeyin kendi zıddını içinde barın dırmasının yarattığı güçlük vardır. Bu güçlüğü aşmak için Anaksimandros, bünyesinde bütün zıtlıkları barındıran bir üst yapılanma tasarlamıştır. Bu yapılanmada varolanların meydana geldiği bütün zıtlıklar birbirlerinden bağımsız olarak Apeiron’dan türemekte, böylece varolmak için birbirlerine ihtiyaçları kalmamaktadır. Sınırlı sayıdaki öge olarak bu ilk kaynağın, Anaksimandros’un belirttiği anlamda, Aristoteles tarafından da desteklenir mahiyette sonsuz olarak kabul edilmemesinin nedeniyse varolanları oluşturan ögelerden birinin sonsuz olması, varolanlar, yalın olan karşıt ögelerden meydana geldiği için, diğer öğelerin yok olması durumunu beraberinde getirecek olmasıdır. Bu yüzden, bu ögelerden herhangi birisi başlangıç ilkesi olarak alınmamaktadır. Öte yandan Aristoteles, eleştirel yaklaşımı doğrultusunda söz konusu parçadaki anlatımı daha açık kılmağa yönelik olarak sonsuzun çeşitli anlamlarını vermektedir. İçerisinde yaşadığımız sonlu dünyanın sonsuz bir kaynaktan türediğini ileri süren Anaksimandros’a yönelik olarak ilkin, duyulur olanın bir sonsuz olamayacağını; duyulur olmayan fakat kendi başına olduğu kabul edilecek olan bu sonsuz olanın, diğer şeylerin kendisinden meydana geldiği bir sonsuz olan olamayacağını belirtir. Çünkü o zaman ondan meydana gelenlerin de sonsuz olması gerekecekti Başka bir deyişle varolanlar Anaksimandros’un düşündüğünün aksine belirsiz ve sınırsız olandan değil, fakat belirli ve sınırlı olanlardan meydana gelmiş olmalıdırlar. Aristoteles, sonsuzluğun olduğunu savunanların onu, varlığa gelenlerin ‘deposu’ olmasıyla tüketilemeyecek bir şey anlamına gelecek şekilde kullandıklarını düşünmektedir. Kendisinden her şeyin geldiği ve yine kendisine döneceği, doğmamış ve ölmeyecek olan ilk kaynak. Apeiron’un sonsuz sınırsız olarak kabul edilmesine yönelik olarak bilinebilirlik bakımından da eleştiri getiren Aristoteles, ilk ögenin sonsuz olarak kabul edilmemesinin temel gerekçesini ‘öge’ kavramını ele aldığı metafizikte ele almaktadır.Burada öge, varolanların kendisinden oluştuğu ve yine kendisine ayrıştırılabileceği, kendi aralarında türdeş olan en yalın unsur olarak belirlenmektedir. Belirttiği üzere burada önemli olan şey, bu ögelerin, kendilerini oluşturdukları varolanlar gibi, incelenebilirliğe bilinebilirliğe sahip olmalarıdır. Çünkü onlar da belli türden bir varoluşa sahiptirler. Aristoteles, buradaki öge tanımlamasındaki belirlemelerin aksine, nicelik bakımından sonsuz olan ve nitelik bakımından belirsiz olduğu düşünülecek olan bir ögenin, doğası itibarıyla bilinemeyeceği gibi, bu ögeden meydana gelecek olanların da bilinemeyeceklerini ifade eder. Çünkü biz ancak bileşik olanı, temel ilkeleri bakımından bilebiliriz. Anaksagoras’a göre evrendeki her şey sonsuz sayıdaki küçük tohumcuktan, yani Yunanca ifadesiyle spermatadan oluşur. Değişme denen şey bu sonsuz sayıdaki spermatanın bir araya gelmesi ve ayrışmasıdır. Evrendeki tüm görünür şeyler de belirli sayıda spermatanın bir biçimde birleşmesinden oluşur. Tek bir spermata kendi başına ele alındığında saf ve yalın bir yapıda olsa da doğada hiçbir şey yalın hâlde bulunmaz çünkü bu yalın spermatalar doğada daima belli ölçülerde bir araya gelirler. Birçok parçadan meydana gelen her yapı dağılıp gitmeye mahkumdur çünkü parçalar bir araya geldikleri yolla yeniden dağılıp eski hâllerine dönebilirler. Oysa spermataların her biri yalın yapıda oldukları için onlar hiçbir zaman yok olup gitmez. Demek ki spermatalar sayıca sonsuz olmalarının yanı sıra aynı zamanda yapıca da ölümsüzdürler. Daima olmuşlardır ve daima olmaya devam edeceklerdir. Böylece onlar ezelî ve ebedîdirler fakat bir araya gelerek oluşturdukları şeyler elbette dağılıp gidebilir. Bu bakımdan doğada bulunan hiçbir şey ölümsüz değildir. Sadece onların temel ögeleri olan spermataların her biri tek tek ölümsüzdür. Doğal nesnelerin hepsi katışık ve bireşik yapıdadırlar. Fakat bunun tek bir istisnası vardır. Evrende nous denen bir yapı bulunmaktadır ki işte bu yapı da tıpkı spermatalar gibi katışıksız ve yalındır. Bu özelliği nedeniyle de o hiçbir zaman yok olup gitmez. O hâlde evrenin sonsuz sayıda spermata ve noustan ibaret olduğunu söylemek yanlış olmaz. Anaksagoras’ın bu tablo ile yapmaya çalıştığı şey görünüş ile gerçeklik arasında yapılan ayrımı aşmaya çalışmaktır. Çünkü görünür evreni oluşturan unsurlar aynı zamanda Parmenides’in varlığı gibi ölümsüz, ezelî ve ebedî bir yapıdadırlar. Bu durumda değişip duran görünür şeyler, değişmeksizin kalan bir gerçeklik tarafından oluşturulmakta, bu gerçeklik bir bakıma değişip duran görünüşün temeli olmaktadır. Evrendeki tüm değişim de bu temel unsurların, yani tohumların bir araya gelip ayrılmasından oluşmaktadır. Fakat bu hareketin kaynağı, temel devindiricisi nedir? Kuşkusuz bu noustan başkası değildir. Nous evrendeki tüm bu spermataları n değişimlerini, birleşme ve ayrışmalarını düzenler, devindirir. Nousun neyden meydana geldiği sıklıkla sorulmuştur. Muhtemelen Anaksagoras spermataların yanı sıra çok saf, çok daha duru ve incelikli tohumlar öngörmüştü ve nousun böyle tohumlardan oluştuğunu düşünmekteydi. Anaksagoras’ın bir hareket ilkesi olarak gördüğü nousun, Antik Yunan düşüncesinde irade ve akıl gücünü temsil ettiği açıktır. Anaksagoras’ın nousa bir tür tanrısallık atfettiği de büyük ölçüde açık görünmektedir ve burada kendisinden önceki bazı düşünürlerin izinden gittiği anlaşılmaktadır. Mesela ondan önce Herakleitos evrende bir amaç ve düzen olduğunu savunmuş ve bu düzeni güdenin de logos olduğunu söylemişti. Ksenophanes de Tanrı’nın her şeyi hareket ettirdiğini, bunu da akıl gücüyle yaptığını söyleyerek bir anlamda Anaksagoras’ı öncelemiştir. Demek ki Nous; 1. Hareket ettirici bir güçtür, 2. Aynı zamanda belirli yerlerde evreni planlar. Anaksagoras’ın Nous’a hem hareket ettirici hem de planlayıcı bir güç atfetmiş olması onu ilk teleolojik (gayeci) düşünürlerden biri yapmıştır. Yani evrenin bir gayesi vardır çünkü onu amaç güdebilen bir akıl bilinçli biçimde planlamış ve bu plana göre de devindirmiştir. O hâlde insanın amacı bu gayeyi anlamaktır. |
Kategori
All
|