Asıl adı François Marie Arouet (1694-1778) olan düşünür, yazılarında Voltaire takma adını kullandığı için daha çok bu adla anılmıştır. Çok yönlü bir kalem insanıydı; filozof, tarihçi, oyun yazarı, roman yazarı ve şair kimliğiyle bilindi. Tüm bu alanlarda yoğun biçimde yazmış, toplu yapıtları yetmiş cildi bulmuştur. Onu aydınlanma döneminin bir tür hümanisti olarak görebiliriz. Aydınlanmanın temel idelerini toplumdaki farklı insan gruplarına, farklı biçemler içindeki yazılarıyla kolayca ulaştırarak aydınlanma tinini en iyi temsil eden düşünürlerden biri olmuştur. Paris’de Louisele Grand Jesuit kolejinde eğitim gördü. 1726’da İngiltere’ye giderek 1729’a dek orada kaldı. Locke ve Newton’un yazılarıyla tanıştı. Felsefi Mektuplar’ında açıkça görülebildiği gibi, İngiltere’deki göreli özgürlüğe hayran kaldı. 1934’de Cirey’e gitti ve orada Metafizik Üzerine İnceleme adlı yapıtını yazdı. Candide 1759’da, Hoşgörü Üzerine İnceleme 1763’de, Felsefe Sözlüğü 1764’te, Bilgisiz Filozof 1766’da, Tanrıtanırcıların İnanç Bildirimleri 1768’te çıktı. 1778’de oyunu İrene’in ilk sahnelenişinde bulunmak üzere Paris’e gitti. Oyun büyük başarı kazandı. Filozof kısa süre sonra Paris’te öldü. Voltaire, Fransız Aydınlanması’nın en önemli filozoflarının başında gelir, hatta Aydınlanma hareketinin babası olarak değerlendirilir. O, zamanının toplumsal, dini, politik ve kültürel koşullarını radikal bir biçimde eleştirmiş, bir tür ampirik felsefe yardımıyla gerçekleşecek reformların başlaması için sergilediği büyük çabayla, Aydınlanmanın babası olarak görülür. Aklın egemenliği olarak tanımladığı ilerleme idesinin en önemli temsilcilerinden olan, ilerlemeden daha ziyade entelektüel, bilimsel ve iktisadi ilerlemeyi anlayan Voltaire, bilimsel ve iktisadi ilerleme için kaçınılmaz olduğunu düşündüğü toleransın savunuculuğunu yapmış, temelde düşünce ve ifade özgürlüğüyle özdeşleştirdiği politik özgürlüğün yılmaz bir savunucusu olmuştur. Tıpkı kendisine büyük bir hayranlık beslediği Locke gibi, devletin öncelikle insan haklarına saygı göstermesi gerektiğini öne sürmüştür. 18. yüzyılın diğer Fransız philosopheları gibi, birinci sınıf ve özgün bir filozof olmanın ötesindedir. Bu yüzden, felsefi anlamda her zaman çok tutarlı görüşler geliştirdiği pek söylenemez. Bir yandan “düşünen madde” hipotezine başvurur ve sıkı bir materyalizme bağlanırken, diğer yandan Tanrının varlığını kanıtlamaya dönük argümanlar geliştirir. Despotizmden nefret etmekle birlikte, politik anlamda demokrat biri olmayıp, filozofların etkisiyle aydınlanmış bir monarkın adil ve haksever yönetimini tercih eder. Bu özellikleriyle Fransız Aydınlanması’nın hâkim kişiliği, Aydınlanma düşüncesinin bir pratogonisti haline gelen Voltaire, Fransız monarşisiyle kiliseye açtığı savaş yanında, esas din ve Hıristiyanlık konusundaki görüşleriyle tanınır.
0 Comments
Tommaso Campanella (1568-1639) Güney İtalya’da doğdu ve küçük yaşlarda Dominiken mezhebine girdi. Erken yaşlardan itibaren Aristoteles muhalifi oldu. Bernardino Telesius’un empirizmine bağlandı ve bilginin temelde duyum olduğunu ve her şeyin doğası bakımından duyuma sahip olduğunu öne sürdü. Ona göre, felsefi bilgi ve her türden bilim, yalnızca duyumun farklı biçimleridir. Doğa aynı zamanda Tanrının bir görünümüdür. İnanç ise bir bilgi biçimidir. Aristotelesçiliğe ve resmi kilise öğretilerine karşı aldığı düşmanca tavır ve devlet yapısının değiştirilmesi konusundaki görüşleri nedeniyle yargılanmış, 27 yılını hapislerde geçirmiş, yine de düşünce ve inançlarından ödün vermemiştir. Biz burada, toplum düşüncesi bakımından onun Güneş Ülkesi adlı yapıtı üzerinde duracağız. Bu yapıtta şiddetten, baskıdan, düzensizlik ve akıl dışılıklardan arınmış, eşitlik ve sosyal adalet ilkelerini gerçekleştirmiş, doğa ile uyum içinde olan ideal bir toplum düzeni betimlenir. Bu toplum düzeni, Tanrının içkin sanatçılığı ve bilgeliğini yansıtmaktadır. Yapıt, Colomb’un keşif gezilerine katılmış Cenovalı bir kaptanla Ospitalario adlı kişi arasında geçen şiirsel bir konuşmadır. Campanella kendi döneminin toplumlarını, doğal yaşamdan tümüyle uzaklaşarak, adaletsizliğin ve mutsuzluğun labirentine dönüşmüş gördüğü için bir ütopya yazmak gereğini duymuştur. Onun düşündüğü, politik olarak düzenlenmiş bir toplumdur; tüm bireysel parçaları, toplumsal bütünlük ile uyumlu olan, parçanın bütünde, bütünün parçada birbirini tamamladığı ve tanımladığı bir ideal siyasal birlik olarak bir devlet her şeyden önemli görünmektedir. Bu devlet ve toplum idealini Güneş Ülkesi adı verilen yerde gerçekleşmiş olarak düşünür. Burası Seylan’a bağlı Topraban adasındadır. Güneş Ülkesi iklim bakımından insan sağlığına uygun olan bir coğrafyada kurulmuştur ve iç içe sıralanmış daire biçiminde duvarlarla korunmaktadır. Sayıca yedi olan dairesel duvarlar arasında çeşitli yerleşim alanları oluşturulmuştur. Bu ütopik devlet, komünizm benzeri bir yapı sergiler: Özel mülkiyet yani mal mülk ve kazanç ayrımı yoktur. Tüm kazanımlar herkesindir ve bu bağlamda devletindir. Tüm yapılanlar devlet ve toplum adına yapılır. Bu ülkenin dünya görüşünde bilim ve felsefe egemendir; yaşama biçiminin ve devlet yönetiminin temelinde bilgi ve bilimsel aydınlanma yatar; doğayla uyumlu bir bilimsel gelişme öngörülür. Oysa çağımızda bilim ve teknoloji doğa için bir tehdit haline gelmiştir. İnsanlar arasındaki biricik ayrım bilgi bakımındandır; bilgi üstünlüğüne göre çeşitli görevlere getirilirler. Görevlerini en iyi yapanlar toplum katında daha itibarlı duruma gelirler. Devleti yönetenler kuramsal bilgileri bakımından da pratik bakımdan da iyi yetişmiş kimselerdir. Güneş Devletinin başında hem filozof hem de rahip kimliği olan bir hükümdar bulunmaktadır. Ülkenin en bilge insanıdır ve görevini ölünceye dek sürdürebilir ama kendisinden daha bilge biri çıkarsa yerini ona bırakmak zorundadır. Felsefeci ve din adamı kimliğine uygun olarak Metafizikçi ya da Başrahip adlarıyla anılan bu en üst yönetici, güç, bilgelik ve sevgi edimlerini kişiliğinde birleştirmiştir. Üç yardımcısı da Güç, Akıl ve Sevgi adlarını taşırlar. Güç, savaş barış ve askerlik ile ilişkili işleri yönetir. Bilim dalları, bu bilim dallarında çalışan araştırmacılar, tüm meslekler ve mesleki işler, Aklın görev alanı içinde yer alırlar. Bilimlerin başındaki uzmanlar onun buyruğu altındadır. Bütün bilimler Bilgi adı verilen tek bir kitapta şaşırtıcı bir açıklıkla özetlenmiştir. Sevgi ise ülkede sağlıklı kuşaklar yetiştirilmesi görevini üstlenmiştir. Eğitim öğretim işlerinin düzenlenmesi de onun sorumluluğundadır. Bu ülkede More’un yaklaşımına karşıt olarak aile ve evlilik kurumları yoktur. Sağlıklı ve birbirine uygun bireyler devlet izniyle birlikte olup sağlıklı çocuklar dünyaya getirirler. Sevgi, tüm sağlık konularını titizlikle izler ve düzenler. Yaşam da dâhil her şey ortaklaşadır. Tüm çocuklar devletindir ve devlet tarafından büyütüp eğitilirler. Kamuya ait evlerde yaşarlar, kadınlara ve erkeklere ayrılmış kısımlarda hemcinsler olarak yatarlar. Söz konusu evlerde uzun masaların çevresine oturarak hep birlikte karınlarını doyururlar. Ülkede tümüyle komünal toplulukçu bir yaşam söz konusudur. Hiçbir kimsenin hiçbir şeyi olmaması temel ilkedir. Çünkü bir şeylere sahip olmak bencilliği körükleyecek insanda her şeyden önce bulunması gereken yurt sevgisini azaltacaktır. Matematik ve doğal bilimler temeli üzerine oturtulmuş olan eğitim öğretim her aşamada zorunlu tutulmuştur. Öğrenciler yeteneklerine bağlı olarak farklı meslekler için özel eğitim alırlar ve herkes yeteneklerine göre bir işe yerleştirilir. Hiçbir konu rastlantıya bırakılmaz. Spor eğitimi açık havada gerçekleştirilir. Çocukların ve yetişkinlerin eğitim almasının en ilginç yolu, kent duvarlarına çizilmiş olan resim ve şekillerin sürekli önlerinden geçildikçe izlenmeleri ve algılanmaları yoluyla olur. Duvarlarda sanatsal resimlerin yanı sıra, temel ansiklopedilerin içerdiği tüm bilgilerin resmedilmiş biçimleri bulunur. En iç duvardan en dış duvara doğru ve küçükten büyüğe doğru her bir duvara bir gezegen resmi çizilerek, bunların tanınmaları ve öğrenilmeleri sağlanmaktadır. Duvarlar ayrıca bir tiyatro sahnesi görevi de görmektedir. Küçük çocuklar alfabeyi, okuma yazmayı ve daha başka pek çok bilgiyi bu duvarlar üzerindeki çizimlerden salt bir oyun oynar gibi öğrenirler. Eğitim süreçlerinde çeşitli aletlerden de yararlanılır ve oldukça ileri eğitim yöntem ve teknikleri önerilir. Ülkede çarşı pazar alışverişi ve para bulunmaz. Lüks tüketim de dâhil her şey devlet tarafından karşılanır ve kişilere doğal bir hak olarak dağıtılır. Yine de yabancılardan bazı şeyler almak için ülkenin belli bir parası vardır. Günlük çalışma 4 saatle sınırlıdır. Bu süre Platon’da 8, More’da 6 saatti. Ülkede insanlar çok çalışkan ve verimli oldukları için 4 saatlik bir çalışma yeterlidir. Tembellik en büyük etik değersizliktir ve cezalandırılır. Çalışma dışındaki vakitler bireysel gelişimi amaçlayan etkinliklere ayrılmıştır. Ülkede herkes gereksediğini ve hak ettiğini elde eder. Kimse başkasının durumuna ya da konumuna göz dikmez. Her konuda temel ölçüt toplumun iyiliğidir. Bu şekilde hem birey hem de toplum mutlu olur. Campanella’nın bu görüşleri geliştirirken dönemin koşullarından etkilendiği anlaşılmaktadır. O dönemin İtalyan Kent devletlerinde kalabalık kitleler ağır işlerde ezilirken bir avuç aristokrat aylaklık içinde soysuz bir hayat sürmekte, sonuçta her iki kesim de mutsuz olmaktaydı. Oysa Güneş Ülkesinde herkesin işi vardır, iş yükü ağır değildir ve kalan süreler bedeni ve ruhu geliştiren uğraşlara ayrılmıştır. Campanella yasal eşitlik ilkesi üzerine sınıfsız bir toplum modeli önerse de devletin başında görev ve yetkileri mutlak bir monark bulunur. Bu, bir tür evrensel papalık monarşisi olarak yorumlanmıştır. Çünkü bu ideal toplumun dinsel tercihi Hıristiyanlıktır ve bireylerin içtenlikli ve saf bir dinsel eğitim almaları önemsenmektedir. Yurttaşlar, her şeyin ortaklığını savunan havarilerin yaşamlarını örnek alırlar. Yine de bu toplumda bilimsel aydınlanma ve bilgiye verilen yüksek değer, More’un Ütopyasına göre daha dikkat çekicidir. Adeta bir bilgi toplumu yaratılmak istenmiştir. Campanella’nın More’dan bir yüzyıl sonra yazmış olması ileri Rönesans yüzyıllarında bilgiye ve bilimsel ilerlemeye verilen değerin bir yansımasıdır. More, Ütopya’sında daha çok toplumsal koşulların iyileştirilmesiyle ilgilenmekteydi. Campanella ise adı gibi aydınlık olan ülkeyi bilgi ve bilimin aydınlatmasını istemiştir. Bu istem Francis Bacon’un Yeni Atlantis’inde doruk noktasına ulaşacaktır. Rönesans döneminde insanların nasıl bir toplum düzeninde yaşamaları gerektiği konusunda yoğun bir arayış dikkati çeker. Ortaçağın bireysel özgürlükleri kısıtlayan teolojik yapısı insanları nefes alamaz duruma getirmişti. Dünyevi zenginliklerin bir avuç feodal aristokratın elinde toplanmış olması, birçok insanın onların topraklarına bağımlı yarı köle biçiminde yaşamaları ve emeklerinin karşılığını alamamaları, toplumsal huzursuzlukları her geçen gün artırmaktaydı. Böyle bir ortamda insanların hak arayışları, bireysel özgürlük, toplumsal adalet ve eşitlik istemleri gün yüzüne çıktı. Bu dönem aynı zamanda toplumsal savaşımların da yoğun biçimde yaşandığı bir dönemdi. Özgür ve adil bir toplum düzeni arayışına bazı aydın yazarlar ve iyi niyetli aristokratlar da kuramsal destek sağlamaktaydı. Sonuçta ortaya öncelikle ütopik toplum düzenleri öneren çalışmalar çıktı. Bu bölümde, bunlardan en bilinenleri ele alınacaktır. Thomas More (1478-1535) hümanist bir İngiliz düşünürü ve bakanlığa kadar yükselmiş bir devlet adamıdır. Katolik olması nedeniyle, VIII. Henri’nin eşinden boşanıp ikinci bir evlilik yapmasına adalet bakanı olarak izin vermemiş, bunun üzerine vatana ihanet suçuyla 1535 yılında idam edilmiştir. 1516 yılında yayınladığı Ütopia adlı yapıtıyla kalıcı bir ün sağlamış, adı bu yapıtla adeta özdeşleşmiştir. Ütopya teriminin etimolojik anlamı; Grekçe ‘ou,’ yani ‘olmayan,’ ve ‘topos’ yani ‘yer’ sözcüklerinden gelir. Bu ikisi birleşince ‘olmayan yer’ anlamı çıkar. More’un yapıtına göre bu isimde bir imgesel ülke olsa da bu ülkenin toplum ve devlet modeli gerçekten olamayan, yani ütopik bir modeldir. Yapıtta tümüyle kamumalcı, sosyalizm benzeri bir toplum yapısı betimlenmeye çalışılmıştır. Ütopik devlet modelinin ilk örneklerinden biri, hatırlanacağı üzere, Platon’un Devlet adlı yapıtında verilmekteydi. Bu yapıtta üç sınıfı bir toplum yapısı önerilmekte, bunlardan yönetici ve asker sınıf için sosyalizm benzeri bir düzenleme düşünülmekteydi. Halk tabakası ise kendi haline bırakılmaktaydı. Yönetici ve koruyucu sınıfların mülk edinmeleri yasaklanmakla birlikte emekçi sınıfı mülk edinebilmekteydi. Yönetici sınıfın aile kurması yasaktı ama halka aile kurma izni de tanınmıştı. Asker sınıfın evlilikleri ise denetime tabiydi ve çocukları ellerinden alınmakta, devletin belirlediği bakıcılar tarafından büyütülmekteydi. Platon’a göre, özel mülkiyet ve aile düzeni insanların genel ahlakını bozduğu için yönetici sınıftakilerin bunlardan uzak durması gerekmekteydi. Ancak bu şekilde kendilerini devlet işlerine verebilir, devletin güvenliği, gelişimi ve mutluluğu ancak bu şekilde sağlanabilirdi. Görüldüğü gibi, Platon’un belirlediği toplum ve yönetim biçimi toplumun iki üst sınıfını içine alan bir sosyalizm ütopyasıydı. Thomas More ise tümüyle sınıfsız bir toplum düşünerek sosyalist yapıyı toplumun tüm katmanlarına yaymıştır. Toplumda eşitlik ilkesi egemendir. Çünkü toplumun mutluluğunu gerçekleştirmenin tek yolu eşitlik ilkesinin uygulanmasıdır; mal mülkün tek tek kişilerde toplandığı, mülkiyetin tek kişi için hak sayıldığı yerlerde eşitlikten söz edilemediği gibi gerçek bir toplumsal huzur ve refah da bulunmaz. Bunun için ülkenin zenginliklerinin insanlar arasında adilce bölüştürülmesi ve özel mülkiyetin ortadan kaldırılması gerekir. Ütopia’daki toplum betimlemesi bu esasa dayanır. Bu devlette sosyal adalet ve eşitlik ilkesi adına özel mülkiyet yasaklanır. Eşitlik ilkesi her alanda eşit bir biçimde uygulanır. Buna göre her şey kamunundur; kamu adına devlet tarafından yönetilir ve denetlenir. Toplum yapısının temel ünitesi ailedir ve aileler her bakımdan birbirlerine eşit düzeydedirler. Oturdukları evler tümüyle birbirine benzer, bu evleri on yılda bir değiştirmek zorundadırlar. Evlerin kapıları kilitlenmez çünkü hırsızlık yapmayı gerektiren bir durum yoktur. Bu toplumda para ve altın kullanımı yasaktır. Lazımlıklar ve kölelerin zincirleri altından yapılır; bu şekilde herkesin altından nefret etmesi sağlanır. İnci ve elmas ise küçük çocuklar için süsleme gereci görevini görür, büyükler için hiçbir anlam ifade etmezler. Ütopia’da tarım birincil ekonomik etkinliktir. Her aile iki yıl boyunca kırsal kesimde kalarak yoğun bir biçimde çiftçilik yapar. Kırsal kesimde aileler sayıları kırk kişiyi bulan çiftlik evlerine dönüşürler, bu ailelerde iki köle bulunur. Aileyi yaşlı ve bilge bir kadın ve erkek yönetir. Bu görev bir tür askerlik görevidir. İki yılı tamamlayan aileler yaşadıkları kente ve eski işlerine dönerler. Ağır ve pis işleri köleler yapar. Köleler ya savaş esirleri ya da ağır suç işleyip cezasını çeken kişilerdir. Ütopya’da kölelerin bulunması mutlak eşitlik ilkesini zedeler gibi görünmektedir. Thomas More bile, bu insanlık ayıbını zihinsel düzeyde bile olsa aşmayı başaramamıştır. Ütopya’da lüks üretim yasaktır. Sadece evli kadın, evlenmemiş kadın ve evli erkek, evlenmemiş erkek kategorileri vardır. Aile düzeni ataerkildir. Evlenen erkekler baba evinde kalıp baba tarafından yönetilirler. Çok genişleyen ailelerin çocukları başka ailelere aktarılır. Evlenmelerde erkeğin de kadının da bakir olması aranır. Eğer bu koşul gerçekleşmezse ilgili kişi cezalandırılır. Eş adayları evlenmeden önce birbirlerini yakından görür ve tanırlar. Eşlerden birisinin ötekini aldatması ve şiddetli geçimsizlik boşanma nedenidir. Boşanmada suçlu görülen taraf yeniden evlenemez. Yasal çalışma süresi altı saat olarak belirlenmiş, çalışma süresi dışındaki saatler kültürel ve estetik gelişime yönelik etkinliklere ayrılmıştır. Akşam yemeğinden sonra bir saat oyun oynanır. Gece sekizde yatılır, uyku saati sekiz saattir. Sabahın erken saatlerinde konferanslar verilir. Ancak bunları dinlemek zorunlu değildir. Önemli olan boş gezmemek, yararsız iş yapmamaktır. Devlet yöneticileri bilge kişiler arasından seçimle iş başına gelirler. Bunların başındaki yönetici yaşam boyu görevinde kalır, sadece despotluğa doğru gittiği anlaşılırsa görevinden alınabilir. Hükumet temsili bir demokrasidir. Doğrudan seçim sistemiyle kurulur. Ülkede özel bilimsel bilgiye sahip kişiler bilim insanı olarak seçilirler ve bilgileri yeterli bulunduğu sürece sadece bu işi yaparlar. Kentler çok büyüdüğünde belli bir nüfus başka kente gönderilir. Tüm kentler kalabalıklaştığındaysa yeni kentler kurulur. Hâlihazırda 54 kent olduğundan söz edilmektedir. Bu kentlerdeki hastanelerde hastalar tedavi edilir, amansız hastalıklarda hastaya intihar önerilir, kabul etmezse bakımı özenle sürdürülür. Ütopya’da farklı dinlere inanan kişilere hoşgörüyle yaklaşılır. Hoşgörü yasasını çiğneyenler sürgün cezasıyla cezalandırılır. Bir yaratıcının varlığına inanmak bakımından tüm dinler eşittir ve herkes Tanrıya ve ölümsüzlüğe inanır. Ütopya’da ateist insanlara da yer vardır. Bunlar yurttaşlıktan ve siyasete katılma hakkından mahrum olsalar da rahatsız edilmezler. Ortaçağın dinsel hoşgörüsüzlüğünden sonra, bu tutum Rönesans ruhunun verdiği başlıca mesajlardan olsa gerektir. Bugün çeşitli dinlerin birbirine karşı gösterdiği hoşgörüsüzlük düşünüldüğünde, More’un hoşgörü ilkesi gerçek anlamda bir ütopya gibi görünmektedir. Ütopyalılar savaştan da kaçınırlar; savaşmak zorunda kaldıklarındaysa paralı askerler kullanırlar. Bunların da mümkün olduğunca sağ kalmaları istenir. Aslında kendileri savaşa neden olmadıkları için savaşa yol açan toplumu içten zayıflatarak savaşa girişmekten caydırma yolunu tutarlar. Onlar için savaşma nedeni, ya kendi ülkelerinin saldırıya uğramasıdır, ya müttefik oldukları ülkenin saldırıya uğramasıdır ya da saldırıya uğrayan güçsüz devletlerin kendilerinden yardım istemeleri durumunda bu isteği kesinlikle geri çevirmemeleridir. Tüm bu durumlarda yöntemle içten zayıflatma taktiğini uygulamak saldırganın savaşı başlatmasını önlemek açısından temel yöntemdir. Savaşmak zorunda kalırlarsa paralı askerlerin ücretini karşılayabilmek için altın ve gümüş biriktirmek yararlı görülür. Ütopyalılar kadın erkek ayırt etmeksizin kendileri savaşacakmış gibi savaşçı olarak yetiştirilirler ama insan yaşamı değerli olduğu için ilk ilke, öteki ülkelerin insanlarından paralı askerler devşirmektir. Ütopyalılar savaşçı ruhlarını olağanüstü stratejiler geliştirme yolunda kullanırlar ve karşı tarafı içten çökerterek savaşı kazanmaya çalışırlar. Burada bir çifte standart var gibi görünebilir çünkü evrensel insanlık sevgisi adına Ütopyalılar, çabalarını müzakere yoluyla savaşı önlemeye yöneltebilirlerdi. Daha doğrusu More bu yöne doğru bir düşünme çizgisi geliştirebilirdi. More bu noktada gerçekçi ve natüralist davranmış görünüyor. İstilacı niyetlerle savaş başlatan bir ülke mutlaka olacağına göre, savunma amaçlı stratejiler bir bakıma haklı görülebilir. Ama bu stratejiler büyük kurnazlık örnekleri olarak karşımıza çıkmakta, bu da Ütopyalıların ahlaksal duyarlılıklarına ters görünmektedir. Thomas More’un Ütopyasında pek çok uygulama insan doğasına aykırı görünmektedir. Bu türden toplum önerilerini ütopya kılan da zaten bu yönleridir. Ütopyalar aracılığıyla dönemin toplumlarına yasal eşitliğin sağlanması, haksız kazancın önlenmesi, tembelliğin ortadan kaldırılması gibi noktalarda mesaj verildiği düşünülebilir. More’un eserin 1. kitabında dönemin İngiltere’sindeki toplumsal ve siyasal düzensizlikleri betimlemesinin sebebi de budur. Yapıtın 2. kitabında betimlenen ütopik düzenin, söz konusu düzensizliklerin giderilmesi adına bir çözüm olarak önerildiği düşünülebilir. 17. yüzyıl felsefesinin oldukça önemli, hatta en az Bacon ve Descartes kadar kurucu bir diğer filozofu da Thomas Hobbes’tur (1599-1679). 17. yüzyılda rastladığımız birçok filozof gibi Hobbes da çağının çocuğu olan büyük bir kafadır. Tıpkı Bacon, Descartes ve de Locke gibi, o da rasyonalisttir,bilimcidir, yöntemcidir; çağını doğru anlayıp iyi ifade etmenin ve anlamlandırmanın mücadelesi içinde olmuştur. Gerçekten de Hobbes, modern dünyanın problemlerinin, geleneği tamamen bir kenara bıraktıktan sonra, ancak akıl ve bilim yoluyla çözülebileceğini yürekten inanıyordu. Hatta pek çoklarına göre, “döneminin siyasal kargaşasına yeni filizlenen doğabilimleri aracılığı ile çözüm ararken, bilim ve siyaseti cüretkâr bir biçimde birleştirme girişiminde bulunmuştu.” Hobbes, modern bilimin metodolojisini beşeri bilimler alanına uygulayarak, sivil hayatı yöneten yasaları, Galileo’nun hareket yasalarını incelediği tarzda araştırmaya yönelmiş; toplumu, parçalarına ayrılıp birleştirilebilme esasından hareketle ele almış ve böylece politikaya bir teknisyen kesinliği taşıyarak, toplumsal düzenin ne olduğunu ve nasıl tesis edileceğini, toplumun nasıl kurulacağını göstermeyi amaçlamıştır.Gerçekten de 17. yüzyılda gerçekleşen iki büyük devrime tanıklık eden Hobbes bunlardan entelektüel veya bilimsel devrim söz konusu olduğunda, ilerici veya ihtilalci biri olarak karşımıza çıkar. Başka bir deyişle, o, Ortaçağ’ın teosantrik ve Aristotelesçi dünya görüşünün deneye dayanan yeni doğa bilimleri eliyle yıkılışının baştan sona yanında olmuş, hatta olmakla da kalmayıp, bu sürece doğrudan katkıda bulunmuştu. Savunuculuğunu yaptığı mekanik materyalizme bağlı olarak klasik doğa görüşünün, teleolojik evren telakkisinin yıkılıp, yerine hareket halindeki maddenin her yere yayıldığı mekanik bir doğa tasarımı ikame edilmesi sürecinde önemli bir rol oynamıştı. Bu doğa, artık Aristotelesçi terimlerle açıklanan amaçlı bir düzen, içindeki her varlığın kendi ayırt edici amacından kaynaklanan belli bir yere sahip olduğu ve söz konusu doğal yerine ulaşmak amacıyla hareket ettiği, özde statik ve mükemmel bir bütün değildir. Bu yeni doğa ya da dünya, Stoacıların, kendisine nüfuz etmiş etkin ve rasyonel bir ilke tarafından yönetilen ve insana doğru ile yanlışın ölçütünü gösteren moral evreni de değildir. Hobbes’un sözünü ettiği yeni doğa, hareketin Galileo tarafından keşfedilen fizik yasalarına göre gerçekleştiği, kendi içlerinde hiçbir amaç taşımayan cisimlerin harici bir engelle karşılaşmadıkça, sınırsızca hareket halinde olduğu mekanik bir doğadır. Başka bir deyişle o, büyüsü bozulmuş, yaradılıştan gelen değer biçici bütün anlamlardan arındırılmış; doğal olanın moral açıdan kayıtsız, hatta düşmanca olduğu, doğuştan hiçbir şeyin bir başkasından üstün olmadığı bir doğa olmak durumundaydı. Hobbes, demek ki 17. yüzyılın bilimsel devrimine katkıda bulunurken, katkısı öncelikle eski ya da Skolastik bilime karşı çıkma, onun dayandığı ontolojiye veya doğa tasarımına meydan okuma noktasında söz konusu olmuştu. Onun Aristotelesçilere, Skolastik bilime karşı çıkışının bir bölümü metodolojik, bir bölümü ise siyasal nedenlere dayanmaktaydı. Nitekim Aristotelesçi Skolastiklerin kendisinin “anlamsız konuşma” diye adlandırdığı şeye dayanan açıklamalarının bütünüyle yapay olduğunu düşünen Hobbes, temel eseri olan Leviathan’da pek çok Aristotelesçi kavram ve düşünceyle özel olarak alay etti. O, Aristotelesçi metafizik, pagan demonoloji ve Hıristiyan teolojisinin oldukça acayip birleşiminin, yalnızca kötü bir bilime neden olmakla kalmayıp; politik itaati koşullayan veya etkileyen tahkik edilemez güçlere, ruhlara dayanan tartışmalara meydan verdiği için politik açıdan da yıkıcı sonuçlara yol açtığı kanaatindeydi. Hobbes ölümden sonraki acıları dindirmek için rahiplere veya Tanrının insanları itaat veya direnişle doldurma gücüne ya da Kilisenin cinler, periler ve ruhlar üzerindeki kontrolüne inanmak gibi şeylerin hepsinin, insanlara hükümdarlarına boyun eğmeme konusunda nedenler verdiğini savunuyordu. Bununla da kalmayıp, bu dünyada beşeri eylemler açısından sonuçları olan bir iktidar iddiasında bulunan her din adamının politik anlaşmazlıkların potansiyel bir kaynağı olduğunu düşünüyordu. Ona göre, Yeni-Aristotelesçi Skolastik bilim görüşü bu tehlikenin gerçek bir parçası olmak durumundaydı. Eski bilime bu şekilde karşı çıkan Hobbes, bir yandan da hareket halindeki madde ya da cisimler dünyasına tam olarak uyan alternatif bir açıklama kategorisi bulunduğu inancındaydı. Ona göre, başarıya götüren yegâne yol ya da anahtar, Tanrının şimdiye kadar insanlığa bahşetmekten hoşnut olduğu biricik bilim olarak geometrinin uygulama yöntemiydi. İkinci devrime, yani politik devrime gelince, Hobbes’un mutlak monarşinin iktidarının yeni yükselen sınıf tarafından parlamenter demokrasinin temsili kurumları yoluyla sınırlandırılması söz konusu olduğunda, bir yönüyle muhafazakâr, bir yönüyle de ilerici bir tavır takınmıştır. Muhafazakârdır, çünkü mutlakiyetçidir yani monarkın iktidarının sınırsız olması gerektiğini söyler. İlericidir, çünkü bir yandan da Ortaçağ’a, feodaliteye ve Kiliseye karşı olup liberalizmin savunuculuğunu yapar. Hobbes’un politika felsefesinde, özellikle siyasal devrimle ilişki içinde ele alındığında, tartışmaya açık olan durumu ya da konumu her ne olursa olsun, onun modern politikanın ilk filozoflarından veya modern siyaset felsefesinin kurucularından olduğu kesindir. Bunun da birbirleriyle hiç kuşku yok ki yakından ilişkili iki önemli nedeni vardır. Bunlardan birincisi, (1) onun “siyasetle bilimi birleştirme teşebbüsü” veya çok daha açık ve anlaşılır bir biçimde ifade edildiğinde, siyaset felsefesini, düşünce tarihinde veya modern dönemde ilk kez olarak bilimsel bir temele oturtma çabası tarafından belirlenir. İkincisi ise, yine onun (2) iktidara geçiş için bir atlama tahtası olarak bundan sonra sürekli olarak kullanılacak olan doğa veya “doğa durumu” mitinin en önemli kurucularından biri olmuş olmasıydı. Aslında Hobbes, bir yandan da toplumsal barışı tesis etme ve insanların politik yükümlülükleriyle sivil ödevlerini temellendirme amacıyla hareket eden bir siyaset filozofu olarak, Sokrates, Platon, Aristoteles, Plutarkhos ve Cicero gibi filozofların bulunduğu politika felsefesi geleneği içinde yer almaktaydı. Bununla birlikte o, söz konusu geleneğin sözcüğün tam anlamıyla başarısız olduğunu düşünüyordu. Bunun da en önemli nedeni, bu antik filozofların hakikat arzuları ve insanları barışa yöneltemeyişleriydi. Hobbes işte bundan dolayıdır ki gelenekten tamamen kopar; onun gelenekten bu şekilde kopmasını yol açanların öncelikle Machiavelli, onun ardından da Bacon olduğu söylenebilir. Politika felsefesinin klasik teorisyenleri, Hobbes’un üzerinde ciddi bir etki yapmış olan Machiavelli’ye göre, çok yüce hedefleri amaçladıkları için başarısız olmuşlar, siyaset teorilerini insana ait birtakım yüksek özlemlerle ve erdemli bir hayatla ilgili mütalaalara dayandırdıkları, toplum hayatını erdemi ortaya çıkarmaya yönelik bir hayat olarak telakki ettikleri için kendilerini etkisizleştirmişlerdir. Politik alanı, olması gerekenin ölçütleriyle değil de olanın belirlediği ölçütlerle, değerden bağımsız bir alan olarak inşa eden Machiavelli’nin realizmi, doğallıkla politik hayatın standartlarını bilinçli bir biçimde düşürmekten, siyasal yaşamın amaçlarını, insanın erdemli hayatıyla veya yetkinliği yerine, insanların ve toplumların hemen tamamı tarafından fiilen peşine düşülen amaçlarla tanımlamaktan oluşuyordu. Hobbes da tıpkı Machiavelli gibi, insanların daha aşağı, ama daha güçlü motifleri temele alınarak oluşturulan politik şema ve düzenlerin gerçekleşme şanslarının, klasiklerin ütopyalarından çok daha fazla olduğu kanaatindeydi. Bununla birlikte Machiavelli’den farklı olarak, bir moral kod ya da doğal hukuk anlayışı geliştirdi; söz konusu anlayış, sivil toplumun amaçlarını belirleyen ahlaken bağlayıcı bir yasa olarak doğal yasa görüşüne dayanıyordu. Fakat Hobbes, Machiavelli’nin realizmini takip ederek, doğal hukuk öğretisini insanın yetkinliği düşüncesinden ayırmaya özen gösterdi. Doğa yasasını, insanların neredeyse tamamında çoğu zaman en güçlü olandan türetirken, baskın olanın, Sokratik geleneğin öne sürdüğü gibi, akıl değil de duygu ve tutkular olduğunu öne sürdü. Gerçekten de Hobbes’un Sokratik geleneğin insan telakkisi ya da tasarımına yönelik eleştirisi, Machiavelli’nin geleneğe karşı realist isyanını her bakımdan izledi. Nitekim o, Machiavelli’yi hatırlatan bir tarzda, toplum içerisinde yaşamanın kendi içinde arzulanır bir şey olmadığını, belli bir takım tutkuların insanları toplum halinde yaşamaya sevk ettiğini, dolayısıyla toplumun başkalarına beslediğimiz sevgi ve muhabbetten ziyade, öz çıkara dayandığını veya ben-sevgisinden kaynaklandığını ifade etti. Hobbes’a göre, bu gerçek, beşeri meseleleri veya insani işleri belli ölçüler içinde gözleyen herkes için tecrübeyle sabit olmak durumundaydı. Thomas Aquinas (Tomas Akuinas diye okunur) kendisinden sonraki bütün bir felsefe tarihini derinden etkilemiş çok önemli bir düşünürdür. Onun etkisinin büyüklüğünü, elbette, düşüncelerinden çok faydalanmış olduğu Aristoteles’inkiyle kıyaslamak hiç doğru olmaz. Yine de Thomas Aquinas, Aristoteles’i en iyi şekilde yorumlamış filozof olarak haklı bir üne sahiptir. Thomas Aquinas adı, Batı’da genel olarak kabul görmüş belli başlı felsefe tarihçilerinin kullanageldikleri bir addır. Kendisini anlatmak bakımından Thomas Aquinas dışında Aquino’lu Thomas, sadece Thomas ve Aquinumlu Tommasso adları da kullanılmaktadır. Biz burada, başta da dile getirdiğimiz gibi, güvenilir kabul ettiğimiz Ortaçağ felsefesi uzmanlarının yaygın olarak kullandıkları bir adı tercih ediyoruz. Aquinas adı, kendisinin doğmuş olduğu Aquinum’dan gelmektedir. Thomas Aquinas 1224 veya 1225 yılında doğmuştur. Bazı kaynaklarda doğum tarihi olarak 1226 yılı da dile getirilmektedir. Aquinas’ın babası, Roccasecca ve Montesangiovanni yöresinin hakimiydi. Annesi Theodora (öl. 1255) Napoli’li Caracciolo sülalesinden gelmekteydi. Babaannesi olan Francesca de Suabia ise Barbarossa’nın kızkardeşiydi. Buradan anlaşıldığı kadarıyla, Thomas Aquinas sadece felsefi açıdan çığır açmış önemli bir kimlik olarak değil; fakat aynı zamanda döneminin önemli bir siyasal kişiliği olarak da dikkat çekmektedir. Bununla birlikte o, geçmişte pek çok filozofun yapmış olduğunu tekrarlayarak politikadan uzak bir yaşamı seçmiştir. Thomas Aquinas Napoli’deki bir okulda 19 yaşına kadar özellikle yedi özgür sanat (septem artes liberales) üzerinde yoğunlaşan bir eğitim aldı. Kendisine ders veren hocaları ağırlıklı olarak Aristotelesçiydiler. Hemen burada, Aristoteles felsefesinin aslında Kilise’nin resmî öğretisi ile ciddi bir karşıtlık içerdiğini vurgulamak gerekir. Zira Aristoteles’e göre evren öncesiz-sonrasız bir yapıydı. Ona göre, Platoncu evren anlayışının önemli figürlerinden biri olan “demiurgos”a gerek yoktu. Bu konuda “Kendisi Hareket Ettirilmeyen İlk Hareket Ettirici” (Primum mobile) yeterliydi. Bu yüzden, Aristoteles’in Batı Ortaçağında özellikle Fizik ve Metafizik isimli eserleriyle yer alması engellenmekteydi. Buna ilişkin gösterilebilecek en güzel örnek Aristoteles felsefesinin Paris Üniversitesi’nde çok uzun bir süre boyunca yasaklanmış olmasıdır. Thomas Aquinas, 1244 yılında girdiği Dominiken tarikatında çok önemli filozoşardan dersler aldı. Paris’teyken özellikle Albertus Magnus’un vermiş olduğu derslerin kendisi üzerinde derin etkiler bıraktığını söyleyebiliriz. 1248 yılında hocası ile birlikte, şimdiki Almanya’da bulunan Köln şehrine gitti. Orada kaldığı dört yıl boyunca önemli çalışmalar yaptı ve Albertus Magnus’un önerisi üzerine Paris’e geri döndü. Paris’te Petrus Lombardus’un Sententiae adlı eseri üzerine dersler verdi. Thomas Aquinas, 1260 yılı başlarına kadar Paris’te kaldı. O yıl Napoli’ye geri döndü. İtalya’da değişik şehirlerde 1268 yılına kadar dersler verdi ve aynı yıl Paris’e geri döndü. 1272 yılında Napoli’de kurulan bir okulun başına getirildi. 1273 yılının Aralık ayında yazmayı bıraktı. Şu sözlerin kendisine ait olduğu tanıklarca dile getirilmektedir: “Artık bir daha yazmayacağım, bu kadarı yeterli. Geriye dönüp baktığımda bütün bu yazılanların büyük bir saçmalık olduğunu görüyorum. Hakikat, kendisinin ifade edilebilmesi için tüm bu saçmalıklara katlanamayacak kadar saf ve biriciktir. Hakikati bir daha asla rahatsız etmeyeceğim.” Dönemin Papası X. Gregorius tarafından Lyon’daki bir toplantıya davet edildi. 1274 yılının Mart ayında yola çıktı; fakat yolda, Campania civarında 7 Mart’ta yaşama veda etti.Thomas Aquinas’ın bütün eserleri 1570 yılında yayımlanmış Piana baskısında mevcuttur. New York’ta 1948 yılında yeniden basılan Parma baskısı da (1852-1873) 1871-1880 yıllarında yayımlanmış olan Paris baskısıyla birlikte dikkate değer toplu eser yayımlarıdır. Yirminci yüzyıldaki en önemli yayın çalışması Torino’daki Marietti yayınevi tarafından gerçekleştirilmiştir. Hemen bütün eserlerinin İngilizce ve Fransızca çevirileri vardır. Ülkemizde, De Ente et Essentia adlı çalışması, Betül Çotuksöken Saffet Babür tarafından Türkçeye aktarılmıştır. Eserlerinin tamamının yaklaşık olarak on üç milyon kelimeden oluştuğunu ileri süren felsefe tarihçileri bulunmaktadır. Bu kadar çok yazmış olan bir filozofun eserleri de çok farklı alanlardadır. Bazıları aşağıda gösterilmektedir: Liber de Veritate Catholicae Fidei contra errores Infidelium seu ‘Summa Contra Gentiles’, Summa Theologiae, Quaestiones Disputatae De Veritate, Quaestiones Disputatae De Anima, In octo libros Physicorum exposition, In libros De anima, De unitate intellectus contra Averroistas Thales Kimdir?Thales, Eski Çağ Ege Medeniyeti’nde doğanın, ‘doğa dışı’ unsurlardan ziyade kendisinden hareketle açıklanması anlayışının filizlenmesine temel teşkil edecek dönüşümün habercilerindendir. Felsefe, tanışık olduğumuz anlamıyla ilkin Eski Yunan Düşüncesinde Thales ile başladığı ve Pythagoras tarafından terminolojiye geçirildiği kabul edilen bir etkinliğin adıdır. “Felsefe sorularındaki nedir... felsefe sorusunu var eden temel etkendir". Varlığın aslının ve esasının, var olanların kaynağının ne olduğu sorusuna verilen yanıtlar, bütün düşünce tarihi dikkate alındığında son derece çeşitlilik göstermektedir. Verilen yanıtlardan biri, dünyanın kendi değişimini temin edebilecek bir canlılığa sahip olduğudur. Onlara göre dünyanın ana unsurunu oluşturan şey hem maddi hem canlı hem de ruhludur. Maddeye aynı zamanda bir tür canlılık ya da ruhluluk atfeden bu düşünceye hylozoizm adı verilir. Hylozoizm madde anlamına gelen hyle kavramı ile canlı anlamına gelen zoe sözcüklerinin birleşimiyle oluşmuştur ve maddeyi aynı zamanda canlı ve ruhlu kabul eden bir düşünce akımıdır. Eskiçağ Ege Medeniyetinde bu sorunun felsefe bakımından ilk ele alınışının örneğini Milet Okulunun mensubu ve bu okulun kurucusu kabul edilen Thales’te görmekteyiz. Miletli Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, var olanların kaynağını araştırmış ilk filozoflar olarak iki yanlı bir düşünme gerçekleştirmişlerdir. Bu düşünmelerin birinci yanı evrenin kaynağının araştırılmasıyla ilgiliyken ikinci yanı ise evrenin nasıl olup da kendi hareketiyle değişimini gerçekleştirdiğini ve tek merkezden bütün çeşitliliğin ortaya çıktığıyla ilgilidir. Thales’in hayatı, kişiliği ve felsefe görüşleri hakkındaki bilgilerimiz doğrudan değil, dolaylı kaynaklardaki aktarımlara dayanır. Bu dolaylı aktarımların her birinde Thales’in hayatı, kişiliği ve felsefesi hakkında birçok rivayet vardır. Fenikeli olan Thales’in MÖ 624 ile MÖ 548545 yılları arasında Miletos tiranı Thrasybulos zamanında yaşadığı ve yaşadığı şehrin iyi bir ailesine mensup olduğu belirtilir. Platon’un Theaitetos adlı diyalogundaki anlatıma bakarsak yıldızları incelerken önünü göremeyerek bir kuyuya düşmesi ve bu yüzden bir hizmetçiye alay konusu olmasıyla Thales, varolanların gerçek özünü araştırırken yaşama çevresinden kopan filozof örneğinin bir temsilcisi olarak karşımıza çıkar. Öte yandan, Aristoteles’in bir anlatımına göre Thales, gök olaylarını takip ederek bundan zeytincilik alanında ticari kârlar elde edebilen bir kişilik olarak betimlenmektedir. Yine, Herodotos’un aktardıklarına göre Thales; denizcilik astronomisiyle ilgilenen, gök olaylarını yakından takip eden ve güneş tutulmasını önceden hesaplayabilen iyi bir gök bilimcidir.Savaş zamanında bir nehrin aşılması konusunda nehrin kanallarla ikiye bölünerek su seviyesinin düşürülmesini önermek gibi pratik çözümler üretebilen bir mühendis, denizdeki gemilerin arasındaki mesafeyi ölçmek için matematiksel yöntem geliştiren bir matematikçi, aynı zamanda da İyonyalılara siyasi sorunlarını çözmeleri konusunda ortak meclis kurmalarını öneren bir siyaset adamı kimliğinin yanı sıra, Platon’un deyişiyle; sanatlarda usta biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Eskiçağ Ege dünyasında geometrinin kurucusu olduğu, Mısır’dan geometri ve matematikle ilgili bilgileri alarak işlediği ve bunlara yeni katkılarda bulunduğu,piramitlerin yüksekliklerini onların gölge boylarından hareketle ölçme yolunu bulduğu da bildirilmektedir. Tüm bunların yanı sıra Thales, Yedi Bilge arasında anılır ve kendini tanı sözünün ona ait olduğu belirtilir. Thales’in doğa hakkındaki görüşlerini inceleyerek bize aktaran Aristoteles’tir. Görebildiğimiz kadarıyla Aristoteles bir yandan Thales’in doğa hakkındaki düşüncelerini betimlerken öte yandan, onun düşüncelerini diğer düşünürlerinkini incelediği gibi eleştirel bakışla ele alır. Thales Felsefesi: ArkheKonu ana hatlarıyla değerlendirildiğinde arkhe problemi olarak ele alınmıştır. “Arkhe başlangıç, hareket noktası, ilke, nihai ana madde, tanıtlanamayacak nihai ilkedir... Her şeyin kendisinden meydana geldiği ana ‘madde’ arayışı Yunan felsefesindeki en kadim arayıştır ve bununla bağıntılı olarak ikincil şeylerin birincil olandan ya da olanlardan hangi süreçle çıktıkları sorusu bu arayışa eşlik eder” Bu bakımdan Aristoteles’in Thales hakkındaki düşüncelerini iki yönden ele alabiliriz. Bunlardan birincisi, Thales’in düşüncelerinin tarihsel ve mitolojik kökenleriyle ilgiliyken ikincisi, Aristoteles’in Thales’e ait olduğunu söylediği ve eleştirel olarak ele aldığı düşüncelerdir. Betimsel bir yaklaşımla ele alındığında, Aristoteles’in, Thales’e ilişkin olarak aktardığı düşünceler üç ana başlık altında toplanabilir: a. Yeryüzü su üzerinde durur, b. şeylerin doğası su’dur, diğer her şey su’dan meydana gelir. c. Her şey canlıdır ve tanrılarla doludur. Aristoteles’in aktardığı kadarıyla Thales’in düşünceleri sırasıyla, mitolojik kökenleri bakımından ele alınacak ve ardından da Aristoteles’in bu düşünceleri nasıl ele aldığına yer verilecektir. Bu yöntem her ne kadar Thales’in düşüncelerinin ele alınmasının bütünlüğünü belli ölçüde bozacak olsa da konunun sistematik biçimde açıklanması için gerekli görünmektedir. a.Yeryüzü su üzerinde durur:Aristoteles’e göre Thales, yeryüzünün su üzerinde durduğunu söylemektedir. Bu anlayışın kökeninde, dönemin coğrafya bilgisinin etkisi olduğu düşünülebilir. Nitekim günümüzde ‘Cebelitarık’ olarak adlandırılan ve Akdeniz’in Atlas Okyanusu’na açıldığı yer olan boğaz, Eski Yunan söylencesinde “bilinen dünyanın sonu” olarak kabul edilmekteydi. Bu coğrafya bilgilerine dayanan kökenin yanı sıra çok önemli mitolojik temeller de vardır. Eski Yunan söylencesine bakıldığında irili ufaklı, her türlü akarsu tanrısal özelliktedir. Çünkü bunlar, Okeanos ve Tethys’in çocukları olarak kabul edilirler. Yeryüzü, üzerinde bulunan bu akarsuların yanı sıra Okeanos adı verilen tanrısal su ile çevrilidir. Bu anlayışa göre Okeanos, kara parçası anlamındaki dünyanın sınırıdır ve sürekli akış hâlinde olan bu suyun sınırlarına ulaşmak, derin burgaç ve akıntılardan dolayı imkânsız olarak kabul edilirdi. Aynı zamanda bütün nehirlerin ve ırmakların da babası kabul edilen Okeanos’un tarihsel benzeri Mezopotamya mitolojisinde de göze çarpar. Thales’e göre yeryüzü, bir tahta parçası veya ona benzer bir şey gibi suyun üzerinde yüzmektedir. Aristoteles, Thales’in bu görüşünü iki yönden eleştirir. İlkin,havanın sudan daha hafif olduğunu, suyun da topraktan daha hafif olduğu belirtir. Dolayısıyla daha hafif olanın daha ağır olandan aşağıda bulunmasının doğaca imkânsız olacağını belirtir. İkinci olarak da doğal gözlem verilerinden hareketle, su üzerine konulan ve sudan daha ağır parçaların suya batmasından dolayı, yeryüzü’nün de suya batması gerekeceğini ileri sürerek Thales’in bu görüşünü eleştirir. b. Şeylerin doğası sudur:Thales’e göre şeylerin doğası sudur. şeylerin doğası sudur derken suyun her şeyin ana unsuru, ana maddesi, her şeyin kendisinden meydana geldiği ilk neden olduğu kast edilmektedir. Su, kendisi değişmeyen fakat diğer bütün varolanların kendisinden doğup yine kendisine döndüğü ana maddedir. Aristoteles, Thales’i karakterize eden bu görüşü iki bakımdan ele alır. Aristoteles’e göre bu görüş bir yandan deneyime, öte yandan da mitolojiye dayanır. Suyun her şeyin kökeninde bulunmasının deneyime dayanan yanı, her şeyin nemlilikten beslenmesi, hayatın su ve nemlilikten kaynaklanmasıdır. Suyun köken olarak kabul edilmesinin mitolojik temelleri ise yukarıda yeryüzünün su üzerinde bulunması anlayışının da kendisine dayandırıldığı Okeanos’la ilgili söylencede bulunur. Bu anlayışa göre Okeanos, dünyanın başlangıcında bulunur. Okeanos’un kızları ise insanların hayat güçlerinin tazelenmesini sağlarlar. Birbiriyle ilişkili bu iki söylencenin yanı sıra, eskiler ve kahramanların Okeanos’un bir kolu olan Styx üzerine yemin ediyor olmaları da suyun kutsal kabul edildiğinin göstergelerinden biri olarak belirtilir. Thales’in her şeyin kökeninde su olduğunu kabul eden anlayışının felsefi açıdan tartışılması ise dünyadaki nesnelerde meydana gelen değişimler de göz önünde bulundurularak ağırlıklı olarak Aristoteles’in Oluş ve Bozuluş Üzerine adlı kitabında gerçekleşir. Bu kitaptaki anlatımlara göre filozoflar Aristoteles tarafından, evrendeki çokluğu açıklamak için ilke olarak kabul ettikleri Ögeler hakkındaki görüşleri bakımından sınıflandırılırlar. Aristoteles, evrenin tek öğeden oluştuğunu savunan filozoflarla evrenin birden çok öğeden oluştuğunu savunan filozoflar arasında ayrım yapar. Bunlardan birincileri duyulur cisimlerin dayanağının tek olduğunu ileri sürerlerken ikincileri için ise bu öğelerin sayısı birden çoktur. Thales’inde içinde bulunduğu ilk gruptaki filozoflara göre her şey maddi yapıdaki bir unsurdan doğar. Diğer bütün şeyler, söz konusu unsurdan nicel değişme yoluyla seyrelme ve yoğunlaşmayla meydana gelir. Temel sorun, bütün evrendeki çokluğun tek bir öğeden nasıl oluşabileceğidir. Aristoteles’e göre söz konusu her iki anlayışın temsilcileri de dünyadaki değişmeleri ancak kısmi olarak açıklayabilmektedirler. Aristoteles’e göre, evrenin tek tözden meydana geldiğini açıklayabilmek için bu filozoflar, oluş ile başkalaşmanın aynı olduğunu kabul etmek zorundadırlar. Çünkü geri kalan evrenin her bir öğesi, bu öğenin dönüşümünden oluşmak durumundadır. Bu yüzden Aristoteles’e göre tek töz kabul eden filozoflar bundan rahatsızlık duyarlar. Çünkü bu durumda özne tek ve özdeş kalmaktadır. Oysa Aristoteles, tek nesnede hem başkalaşmanın hem de büyüme ve küçülmenin meydana geldiğini belirtir. Öte yandan evrenin temelinde çok öğenin bulunduğunu savunan filozoflar için oluş ile başkalaşma farklı anlama gelir. Bu ikinciler için oluş,öğeler çokluğunun çeşitli şekillerde bir araya gelip ayrışmasıdır c. Her şey ruhlarla doludur:Thales ile ilgili aktarılan ve felsefe bakımından tartışılan üçüncü görüş “her şeyin ruhlarla dolu ve canlı olduğu” anlayışıdır. Konumuz bakımından ele alındığında Thales, ruhun devinim olduğunu söyleyen filozoflar arasında anılır. Thales’in ruhun devindirici güç olduğunu iddia eden düşünürler grubuna dahil olmasının temel gerekçelerinden biri, Thales’in mıknatısın çekim gücü bulunduğunu fark etmiş olmasıdır. Bu gücün Thales’i ruhun devindirici güç olduğunu düşünmeye sevk ettiği belirtilir.Bu devinim sağlayıcı unsurlar aynı zamanda havada da bulunur ve bu filozoflar için havanın canlılık sağlayıcı olarak kabul edilmesinin nedeni de budur. Aristoteles, bu anlayışın kaynağının Orpheusçu şiirlerde bulunabileceğini belirtir. Bu şiirlere göre ruh, soluk veya benzeri bir yolla dış evrenden canlının bünyesine giren bir unsurdur. Bu, başka bir ifade ile canlı maddeciliktir. Aristoteles’in dolaylı yolla da olsa Thales’e atfettiği ‘canlı madde’ anlayışı, Aristoteles’in eleştirilerinin de odak noktası olan sorunun çözümüne yöneliktir. Kendiliğinden hareketin imkânını temele alan ve her şeyde ruhların bulunduğunu ileri süren bu görüş, Aristoteles tarafından onun ‘maddi neden’ öğretisi çerçevesinde eleştirilmektedir. Aristoteles’e göre yalnızca maddi nedenin kabul edilmesi, bize oluş ve bozuluş anlamındaki hareketi vermekten uzaktır. Çünkü bunun tersi düşünülecek olursa dayanak olarak kabul edilenin kendisinin aynı zamanda kendi değişmesinin nedeni olması gerekecektir. Bunu daha açık olarak “örneğin tahtanın veya tuncun değişmesinin nedeni, ne tahta ne de tunçtur. Yatağı yapan tahta, heykeli yapan tunç değildir” şeklinde ifade eder. Yine de Aristoteles’in bu düşünceden ne ölçüde etkilenmiş olduğunun göstergesi olan ifadeleri dikkat çekicidir: “Hayvanlar ile bitkiler, toprakta ya da suda meydana gelirler. Çünkü toprakta su, sudaysa ‘soluk’ (pneuma) vardır. Her ‘soluk’ta da, ‘ruhsıcaklığı’ (thermoteta psük hiken) bulunur. Böylece her şeyin ‘ruh’la dolu bulunduğu anlaşılmaktadır”. Bu “canlı madde” anlayışı, Thales’e atfedilen, zorunluluğun en büyük güç olduğu, çünkü her şeyi kontrol ettiğine ilişkin düşünceyle beraber ele alındığında varlıkta meydana gelen değişim ve dönüşümlerin Hesiodos’un tanrılar anlayışı uyarınca dışarıdan ve belli ölçülerde keyfî olan dinamiklerinin yerine içsel ve “keyfiyeti” dışlayan bir anlayış getirilmiş olduğunu düşündürmektedir, her ne kadar Aristoteles tarafından Thales’in su’yu her şeyin ilk ilkesi olarak seçmesinin nedeni olarak Okeanos veya eski dönemlerde üzerine yemin edilen Styx gibi örnekler gösterilse de artık Okeanos bir baba olarak Tethys bir ana olarak ve pınarlar ile dereler de dünyayı saran akarsular olarak insan biçimci tanrısal özellikleriyle Thales’in doğa olayları ile ilgili açıklamaların da yer almamaktadırlar. Dönüşüm, Aristoteles’in şahitliğinden de anlaşılmaktadır. Aristoteles, Thales’in görüşlerini betimleyip tartışırken Thales’in Hesiodos’un Theogonia’sında sunulduğu şekilde, tanrılara dayalı bir açıklama yaptığını değil, geriye dönük etkilenmiş olabileceği kaynaklar olarak söz konusu tanrıları ve onların özelliklerini anmaktadır. Kaldı ki Thales ile ilgili kaynaklarda da bu kendisini göstermektedir. Thales artık, Aristoteles’in deyişiyle “eskilerin” insan biçimci tanrılar anlayışına dayalı doğa açıklama modelini kullanmamaktadır. Aristoteles’in eskiler olarak kastettiklerini geriye dönük olarak ele aldığımızda doğa olaylarının söz konusu mitolojiler tarafından açıklanması ile Thales tarafından açıklanması arasında birtakım farklılıklar olduğu görülebilir. Hesiodos’un Theogonia adlı eserinde toplumda ve doğada meydana gelen olayların nedeni olarak tanrılar ve tanrıçalar gösterilir. Üstelik bu olayların gerçekleşmesinde bir keyfiyet de söz konusu olabilmektedir. Toplumsal bir durum olarak çeşitli konularda insanların düşüncelerini ortaya koydukları tartışma ortamlarında kimin galip geleceği bir tanrıça olan Hekate’nin isteğine bağlıdır, Sosyal olaylarda görülen bu yaklaşım doğa olaylarının açıklanmasında da sürmektedir. Etna yanardağının lav püskürtmesi de tanrıların yaptığı birtakım eylemlerle ilişkilendirilmektedir.Benzer şekilde depremlerin oluş nedeni de tanrılara bağlanmakta, büyük dalgaları ve şiddetli rüzgârları da bazı tanrıların dindirdiği belirtilmektedir. Oysa Thales benzer konuların açıklanmasında farklı bir yol tutmuş görünmektedir. Thales’e göre depremin nedeni yeryüzünün üzerinde durduğu suyun hareketidir. Yine Thales’e atfedilen düşüncelerin birinde Nil nehrindeki buğulaşma ile rüzgâr oluşumu arasında bir bağ olduğu belirtilir. Thales’te somutlaşan ve doğada olup bitenleri açıklamada kullandığı bu modelin ana özelliği, her açıklanan doğa olayının açıklanma ilkesinin yine doğada yer alan varlıkları temele almasıdır. Bu modele göre yapılan açıklamalar, her ne kadar günümüzün bilimsel doğa açıkla malarıyla tam bir uygunluk göstermeseler de doğa olaylarının açıklanmasında görülen bakış açısı değişikliğinin örneklenmesi olarak değerlendirilebilirler. Kaynak: www.criticfilm.com/ Sokrates Kimdir?Bir Atina yurttaşı olarak Annesi ebe, babası ise heykeltıraş olan Sokrates’in felsefe tarihinde bırakılan en belirgin izlere sahip olduğu söylenebilir. Bunun iki nedeni olabilir: Bunlardan birincisi, kendi yaşamasıyla, içinde bulunulan durum her ne olursa olsun, insanın iyiye ve doğruya yönelebileceğini, insan hayatında erdemin ne derece önemli bir yer tuttuğunu göstermiş olması, ikincisi ise, Atina’lı bir düşünür ve yurttaş olarak, hayatı bir bütün olarak yaşamanın belirgin bir örneğini sunmasıdır. Bu, bir bakıma onun hem yaşamayı hem de ölümü karşılama biçimiyle kendini gösteren bir tavırdır. Sokrates’le ilgili anlatılanlara bakılırsa yaptığı şeylerin başında, çarşı pazar dolaşıp önüne gelen herkese, özellikle de yöneticilerden olup da bir işi iyi yaptığını iddia edenlere, ‘Erdem nedir?’, ‘İyi nedir?’ gibi sorular sorarak onların çok iyi bildiklerini sandıkları konularda kendilerini sorgulamalarını sağlamaktır. O, kendi tabiriyle, ‘At Sinekliği’ yaparak üstelik de ‘Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir.’ diyerek Atina’lılara doğru yolu göstermeyi düstur edinmiş biridir. Sokrates, tutarlı ve araştırmaya dayanan hayatını, idama mahkum edildikten sonra da yine aynı tutarlıkla sona erdirmeyi bilmiş bir kişiliktir. Bu tutarlık onun yasalar ve içinde yaşadığı devletle olan vatandaşlık ilişkisinde de kendisini göstermektedir. Kendisine hapishaneden kaçması teklif edildiğinde, bu teklifi reddetmiştir. Bunun gerekçelerini, eğer kaçarken kendisini yakalarlarsa ona neden kaçtığına dair sorulabilecek soruları yanıtlayamayacağı endişesiyle Kriton diyalogunda dile getirir. Anlatımlarına göre, dönemin Atina’sında, bir yurttaş eğer yönetildiği yasalardan memnun değilse isterse bütün malıyla beraber kentten ayrılabilir. Eğer gitmek istemezse yürürlükteki yasaları eleştirebilir veya yeni yasa teklif edebilir. Kaldı ki tüm bu konularla ilgili olarak kendisini mahkemede savunabilir. Bütün bu anlatımlarından anlaşıldığı kadarıyla Sokrates, zaten başına gelecekleri kabullenmiş olduğundan kaçmamayı tercih etmiştirPlaton’un diyaloglarından ve diğer tanıklıklardan anlaşıldığı kadarıyla Sokrates’in ele aldığı konuların başında insan ruhuna özen göstermesi gelmektedir. İnsanın ruhuna özen göstermesinin gereği, nelerin ona ait olup olmadığını anlaması ve iyi insan olmak için yapılması gerekenleri anlamak içindir. Sokrates’e göre insan hayatında maddiyat ve maddi hazlar önemli olsa da kalıcı değildir ve bu bakımdan da belirleyici değildir. Önemli olan, her şeye rağmen ahlaklı ve doğru bir hayat sürmektir. Sokrates’e göre insan, yaşadığı hayatı ve bu hayatın temel değerlerini sorgulamalıdır. Ona göre sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez. Olağan siyasal ve toplumsal ortamlarda yetişen kişiler, içinde yaşadıkları toplumun ahlak ve görgü kurallarına göre yaşarlar ve bu kurallar herkes tarafından sorgulanmadan kabul edilip sürdürülür. Bu, sorgulanmamış bir hayattır. Kaldı ki sorgulanmamış bir hayatın temel dinamikleri zenginlik, haz, şan, şöhret gibi insanların genellikle kendilerine yöneldikleri ilk amaçlardır. Kaldı ki bunların sorgulanmasına imkân kalmadan yaşama keşmekeşinin içine girmektedir insan. Kendini bil, kendini tanı. Kendini tanıyan insan, bu tanımayla öğrenmiş olduğu insan olmanın doğasına uygun yaşayarak ancak ruhuna özen gösterme imkânına sahip olabilir.Bu aşamada yine Sokrates’e atfedilen başka bir yaklaşımla karşılaşırız. Tüm insanlar iyiyi isterler ve erdem bilgidir. Mutluluk, bilgi ile elde edilen erdemlerle yaşanan bir ahlaki hayatla mümkün olabilir. Herkes, ahlaki bakımdan iyi olanı istemektedir. Herkes iyiyi ister. Fakat temel sorun, insanların iyi adı altında her istediğinin geçekten iyi olup olmadığıdır. Öyleyse iyi, insanların onun öyle olup olmadığını düşünmelerinden veya istemelerinden bağımsız bir varlığa sahip olmalıdır. İnsanın mutlu olmak için nasıl bir hayat sürmesi gerektiğini, yani erdemli bir hayatın nasıl olması gerektiğini bilmek gerekir (Menon, 90be). Bu bilginin temel özelliklerinin şunlar olduğu söylenebilir. Bu bilgi, bir yandan bütüne, tümel olana ilişkin bir bilgiyken, öte yandan da tek tek durumlara ilişkin geçerli olabilmelidir. Yani, bu konularda, bir yandan tümel tanıma sahip olmak, öte yandan, bu dünyada karşılaşılan sorunları da çözebilmenin bilgisine sahip olmak gerekir. Erdemli bir hayat sürmenin tek yolu eğer bu konularda bilgi sahibi olmaktır. Öyleyse bilgi, erdemdir. Sokratik Yöntem Nedir?Sokrates’in kendisiyle beraber gündeme gelen ve annesinin ebe olmasıyla ilişkilendirilen bir yöntemi vardır. Yöntem, Maiotik; doğurtma olarak anılır. Sokrates, kimseye bir şey öğretme iddiasında olmadığı gibi, kimsenin kimseye bir şey öğretemeyeceğini de savunmaktadır. Ona göre her insan, bütün bildiklerine zaten doğuştan sahiptir. Yapılabilecek şey, kişinin kendi kendisine veya iyi bir öğretmen eşliğinde kendisinde bulunan bilgileri açığa çıkartmasıdır. Bu, belli bir yöntemle yapılır ve ‘Sokratik Yöntem’ olarak da anılmaktadır. Sokratik yönteminin ana yapısı şu başlıklardan oluşmaktadır: a. Konuyla ilgili olarak mevcut durumda bilinenler nelerdir? b. Konuya ilişkin bilgiler belli tanımlar altında somutlaştırılır ve yapılan tanımların her bir durum için geçerli olup olmadığına bakılır. Eğer varsa, tanımların kendi içlerinde ortaya çıkan çelişkilerini ve tanımların olup bitenlerle ilişkisinde ortaya çıkan eksikliklerini göstermek. c. Yapılan eleştirel değerlendirmeler sonucunda yeni öğrenmeyi engelleyebilecek her türden yanlış sanılar temizlendiğinde, yani kişi aslında tartışılan konuda bir şey bilmediğini öğrendiğinde, artık yeni öğrenme için hazır demektir. Bu bakımdan yapılan ilk şey, önce bilgisizliğin bilincine varmaktır. d. Tüm bunların ardından, diyalog çerçevesinde, doğru sorularla, kişidekiler ortaya çıkarılır ve nihayetinde de bu ortaya çıkarılanlar yeniden değerlendirilerek konuşma sona erdirilir. Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız ‘Sokratik Yöntem’, olumsuz öğelere sahiptir. Bu olumsuzluk, hem kendisinin hem de bir akrabasının onun adına gittiği Delphoi bilicisinin, en bilge kişinin Sokrates olduğunu söyleyen kehanetini çürütmeye çalışmasında da kendisini gösterir. Sokrates, çok şey bilen insanların yanında kendisinin bilgisizliğinin farkına varacak kadar bilgili olduğunu göstermesiyle onlardan daha erdemli olduğunu gösterilmektedir Rogerus Bacon, ya da daha tanınmış adıyla Roger Bacon, genellikle bir 17. yüzyıl düşünürü olan (1561-1626) Francis Bacon ile karıştırılır. Her iki filozof da deneyden türetilmiş bilgiyi önceleyen bir felsefe anlayışına sahiptiler. Francis Bacon’dan çok önce yaşamış olan Rogerus Baco’nun yaşamı hakkında bildiklerimiz bazı çelişkili malumatlara dayanmaktadır. Geleneksel olarak kabul edilen doğum tarihi 1214’tür. Bazı kaynaklar Baco’nun 1220 yılında doğmuş olduğunu ileri sürmektedir. Bugünkü İngiltere’de bulunan Ilchester’da dünyaya gelmiştir. Oxford Üniversitesi’nde 1228-1236 yılları arasında eğitim görmüş, daha sonra Fransa’ya gitmiş ve 12371247 tarihleri arasında Paris Üniversitesi’nde dersler almıştır. Paris’te kaldığı yıllarda Aristoteles’in doğa felsefesi üzerine dersler vermiş ve bu alanda Paris Üniversitesi’nde ders veren ilk hoca olmuştur. Paris’teki uzun dönemden sonra tekrar Oxford’a dönmüş ve 1247 ile 1250 yılları arasında dersler vermiştir. Bu dönemde, özellikle Robertus Grossetesta’nın çalışmalarının etkisi altında kalmış ve çalışmalarını yoğun bir biçimde bilimsel alanda sürdürmeye devam etmiştir. Rogerus Baco 1257 yılında Fransisken tarikatı na dahil oldu. En önemli eserlerinden biri olan Opus Majus’un bitiş tarihi 1267’dir ve bu eseri o dönemin Papası olan IV. Clementus’a takdim etmiştir. Eser, o dönemde Hıristiyan dininin eğitimi konusundaki reform çalışmaları için büyük bir ümit olarak algılanmıştır. Bununla birlikte, 1277 yılında Rogerus Baco’nun içinde yer aldığı Fransisken tarikatının önde gelenleri kendisini tehlikeli sayılabilecek yeni düşünceleri öğretmekle suçlamışlardır. Özellikle astroloji alanındaki çalışmalarından dolayı suçlamalara maruz kalan Rogerus Baco 1292 yılına kadar hapiste yatmıştır. Aynı yıl içinde ölmüştür. Rogerus Baco’nun Ortaçağ içinde çok ilginç bir kişiliği vardı. Hiçbir zaman Kilise Babalarının etkisi altında kalmadı. Otoriteye mutlak anlamda itaat fikri onun hiç hoşlanmadığı bir düşünceydi. Geçmişi çalışmalarına yansıtmazken; ba ğımsızca ele aldığı deneysel araştırmalar aracılığıyla bilimin geleceği ile ilgili olarak ciddi bir kapı aralamış oldu. Paris Üniversitesi’nde vermiş olduğu Aristoteles dersleri ile bir yerde Thomas Aquinas’ın öncülüğünü yapmıştır. Kendisiyle farklı tarikatlardan olsalar da Aquinas’ın bazı konularda ondan etkilenmiş olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Rogerus Baco’nun eserlerinin ortaya çıkmasında elbette pek çok etken bulunmaktadır. Bu etkenler arasında bazıları çok önemlidir. Baco’nun düşüncelerini olumlu yönde etkileyen isimlerden biri ünlü İslam filozofu İbnü’l Heysem’dir. Kelamdan felsefeye geçişi gerçekleştiren ilk İslam filozofu olarak kabul edilen Kindi’nin etkisinde kalan İbnü’l Heysem, Rogerus Baco’yu optik çalışmaları aracılığıyla etkilemiş bir isimdir. Baco’yu etkileyen isimlerden bir başkası da, Secretum Secretorum adlı eseri kaleme aldığına inanılan sahte Aristoteles’tir. Baco, Aristoteles ve Seneca’dan da etkilenmiş, Aristoteles’in Meteora’sı ve Seneca’nın Quaestiones Naturales’i (Doğaya İlişkin Sorular) üzerine verdiği derslerle haklı bir üne kavuşmuştur. Kaleme aldığı De Multiplicatione Specierum (Türlerin Çokluğu Hakkında) başlığını taşıyan eseri doğa felsefesi alanında önemli bir çalışmadır. Baco’nun gene bilimsel temelli çalışmalarından olan Perspectiva ise algı ve görme ile ilgilidir. Rogerus Baco’nun diğer çalışmalarını şu şekilde sıralayabiliriz: Opus Maius (Büyük Eser), Opus Minus (Küçük Eser), Opus Tertium (Üçüncü Eser), Communia Naturalium (Doğanın Ortaklığı), Communia Mathematica (Matematiğin Ortaklığı), Summulae Dialectices (Mantığın Üst Anlatımı), Geometria Speculativa (Spekülatif Geometri), Compendium Studii Philosophiae (Felsefe Çalışmaları Hakkında Özlü Bilgiler) ve Compendium Studii Theologiae (İlahiyat Çalışmaları Hakkında Özlü Bilgiler). Rogerus Baco, bu sonuncu çalışmayı tamamlayamadan ölmüştür. Rogrus Baco’nun tıp, astroloji ve optik alanında kaleme aldığı yapıtları, kendisini on yedinci yüzyılda meşhur etmiştir. Yukarıda anılan yapıtlarından Perspectiva 1614 yılında Frankfurt’ta basılmıştır. En önemli eseri olan Opus Majus eksiksiz olarak ilk defa 1733 yılında Londra’da basılmıştır. Platon, hiç kuşkusuz felsefe tarihinin en büyük düşünürlerinden biridir. Ardında, etkisi yüzyıllarca süren ve günümüze dek ulaşan büyük bir düşünsel miras bırakmış ve felsefe tarihinin sistematik çağının başlangıcı olmuştur. Platon, MÖ 427/428 yılı dolaylarında, Atina’da doğdu. Ailesi Atina’nın ileri gelenlerindendi. Çocukluğundan itibaren iyi bir eğitim aldı; sporla, şiirle ve değişik düşünsel disiplinlerle ilgilendi. Erken yaşlarda Sokrates’in öğrencisi oldu ve onun özgün soruşturma yöntemlerinden, felsefi görüşlerinden etkilendi. Gerek ailesinin Atina’daki konumu, gerek kişisel ilgileri nedeniyle gençliğinden itibaren sitedeki siyasi yaşamın bir parçası oldu. O zamanlar Atina, oligarşi taraftarlarıyla demokrasi yanlıları arasında şiddetli çekişmelere sahne olmaktaydı. Yönetimi ellerinde bulunduran ve içlerinde Platon’un akrabalarının da bulunduğu oligarşi yanlıları, zaman zaman aşırı şiddete başvurmakta ve Sokrates’i de suçlarına alet etmeye çalışmaktaydı. Kısa süre sonra demokratlar iktidarı ele geçirince Sokrates, sorumluluğu bulunmayan suçlardan dolayı kovuşturmaya uğradı ve Atina gençliğini sapkın inanışlara davet ettiği gerekçesiyle yargılanarak idam edildi. Platon, bu sarsıcı olay esnasında henüz düşünsel bakımdan yeni serpilmekte olan bir gençti. Hocasının duruşmalarını ve idam sürecini yakından izledi ve bu şahitliğin, düşünceleri üzerinde derin etkileri oldu. O güne dek Atina’da siyasi bir kariyer yürütmeyi düşünen Platon, hocasının idamından sonra bu isteğinden vazgeçti ve yaşamının sonuna dek kararlı bir demokrasi karşıtı oldu. Platon bu olaydan sonra kendisini ağırlıklı olarak felsefi meselelere verdi. Bu yıllarda Mısır’a bir seyahat yaptığına ve bu seyahatten çok etkilendiğine ilişkin rivayetler varsa da bunun doğruluğu tartışmalıdır. Ama kırk yaşından önce Güney İtalya’ya gittiği ve orada yaygın bir bilinirliğe sahip olan Pythagorasçı öğretilerden etkilendiği tartışma götürmez görünmektedir. Yine bu tarihlerde Siraküza Tiranı Dionysos tarafından Sicilya’ya çağırılmış ama yaşadığı anlaşmazlıklar nedeniyle çok geçmeden adayı terk etmek zorunda kalmıştır. MÖ 387/388 dolaylarında Atina’da Akademia isimli bir okul kurarak felsefe,matematik, geometri, astronomi ve fizik eğitimi vermeye başladı. Bu okul, onun gerek yaşam öyküsünde gerek düşünce dünyasında yeni bir dönemin başlangıcı oldu ve daima Batı düşüncesinin ilk büyük akademisi olarak anıldı. Aristoteles ile olan hoca öğrenci ilişkisi de bu kurum çatısı altında gelişti. Sicilya’ya düzenlediği ve her seferinde hayal kırıklığıyla sonuçlanan birkaç seyahat bir tarafa bırakılırsa Platon, Akademideki düşünsel etkinliğini MÖ 348 dolaylarındaki ölümüne dek sürdürdü. Platon ardında, hemen hepsi diyalog biçiminde kaleme alınmış otuzun üzerinde eser bırakmıştır. Antikçağ ya da Ortaçağ kaynaklarında kendisine göndermede bulunulup da günümüze erişmemiş olan hiçbir eseri yoktur. Zaman içinde, Platon’un kendisine ait olmayıp ona atfedilen bazı sahte diyaloglar da yazılmışsa da Platoncu düşüncede ağırlıklı yeri olan eserlerin neredeyse tamamının Platon’a ait olduğunda kuşku yoktur. Platon EserleriGünümüze ulaşan eserlerinin öncelik sonralık sıralarını belirlemek güç olsa da gerek eserlerinde kullanılan dilin özellikleri, gerek düşüncelerinin gelişim seyri, gerek çeşitli kaynaklarda yer alan göndermeler göz önünde bulundurulduğunda onları şu şekilde gruplamak mümkündür; Sokratik Dönem Eserler:Gençlik yıllarında yazdığı ve hocası Sokrates’in etkilerini doğrudan yansıtan eserlerdir.
Geçiş Dönemi Eserleri:Hocasının etkisinden sıyrılarak kendi özgün görüşlerini geliştirmeye başladığı eserlerdir.
Olgunluk Dönemi Eserleri:Platon’un özgün felsefi görüşlerinin zengin bir dille kaleme alındığı ve Platoncu söylemin doruğuna ulaştığı eserlerdir.
Yaşlılık Dönemi Eserleri:Platon’un öğretilerini çeşitli yönlerden sınamaya ve sorgulamaya giriştiği son dönem eserleridir.
Bu sıralama Platon’un sadece başlıca eserlerini içermektedir ve kesin eserlerin sıralarını belirlemek hâlâ tartışmalı bir konudur.
Parmenides Kimdir? Parmenides'in Yaşamı...Parmenides’in ortaya koyduğu felsefe, Elea adı verilen bölgede etkinlik göstermiş olması nedeniyle Elea felsefesi olarak anılır. Elea felsefesi belli bir çerçeve içinde İtalya’daki Pitagoras okulunun fikir olarak devamıdır. O dönemde felsefe yapabilmek için belli bir güce sahip olmak gerekmekteydi. Parmenides aristokrat aileden gelen biri olarak bu güce sahipti. Felsefenin kendisinden sonraki yönelimlerini büsbütün değiştirecek son derece önemli bir anlayış ortaya koyarak yeni düşünüş tarzlarının ortaya çıkmasına sebebiyet verecek yeni bir yol açtı. Parmenides’ten önceki filozoflar var olan sorunu üzerinde uğraşmışlardı. Var olan, mevcut olan bir şeydir. Zaten Elealılar da bu noktayı yakalamışlardır. Ama Parmenides’ten öncekilerin düşüncelerinde bazı açık noktalar bulunmaktaydı. Parmenides’ten önceki filozofların üzerinde ittifak ettikleri bazı temel görüşler bulunmaktaydı. Bunlardan birincisi: Yokluktan var olan meydana gelmeyeceği, hiçlikten varlık ortaya çıkmayacağı, var olan bir şeyin de asla yok olmayacağı yönündeki görüştür. Elea felsefesi de bu temel görüşte bir değişiklik yapmadı. Yani onlara göre de madde ezelî ve ebedî idi. Parmenides öncesi düşünürlerin bir diğer önemli görüşleri ise her şeyin kökeninin tek bir maddeden gelmiş olduğu yolundaki savdı. Bu görüşe göre evrendeki görünür çokluğun tamamı bu tek kökenden meydana gelmektedir. Yani birden çok meydana gelmektedir. Parmenides’ten önceki düşünürlerin üçüncü genel anlayışları ise birden çoka geçişte (ki evren dediğimiz yapı bu çokluğun meydana getirdiği bir bütündür) bir değişim olduğu görüşüydü. Bu görüşe göre evrendeki her varlık, toprak, su, hava ve ateş denen temel unsurları n herhangi birinden ya da hepsinden bir şekilde meydana gelmiştir. Değişim, ortaya bir çeşitlilik, yeni bir şey çıkarmaktadır. Bu, Antik Yunan düşüncesindeki büyük değişme tablosudur. Bu tabloda değişme daha önce var olmayan bir şeyin sonradan ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Elbette değişim, bunun tersine bir süreci de kapsar ve böylece var olan bir şeyin sonradan ortadan kalkması da yine bu değişimin sonuçlarından biri olabilir. İşte Elea felsefesi, bu değişim esaslı evren tablosundaki bazı çelişkilerden doğmuştur. Elealı Parmenides burada uygulamalı felsefe dediğimiz etkinliğe bir geçiş yapmıştır. Parmenides FelsefesiParmenides’in temel iddiası, kendisinden önceki düşünürlerin ileri sürdükleri bu üç savın ya da öncülün aynı anda doğru sayılması durumunda ortaya tutarsız bir sonucun çıkacağı yönündedir. Ona göre eğer her şey ezelî ve ebedî ise, hiçbir şey vardan yok olmaz, yoktan var olmaz ise, değişme denen şey de herhangi şeyin kaybolup yeni bir şey olması ise o hâlde değişme yoktur. Çünkü buradaki ara öncül ile sonuç tutarsızdır. Parmenides’in burada mantıksal bir düşünme ortaya koyduğunu görmekteyiz. Deneyden yola çıkmak yerine mantıkla hareket etmekte ve argümanlı bir düşünce ortaya koymaktadır. Kendisinden önceki düşünürlerin görüşlerini, onların kendi temel kabullerine göre çürütmektedir. Buradan hareketle ikinci konuya geçmektedir: Her şey “bir” ise bu bir nasıl çoğalacaktır? Parmenides’e göre “bir”den “çok” çıkması imkânsızdır. Bu noktada Parmenides’in temel savlarını bir liste hâlinde ortaya koymakta yarar var:
a) Her şey ezelî ve ebedîdir. Yoktan varlık, varlıktan yokluk meydana gelmez, b) Her şey “bir”dir ve sadece “bir” vardır. Bundan hareketle: c) Değişme yoktur. Buradaki “bir” bir küredir. Toprak, hava, su ateş gibi bir şey değildir. Parmenides’in yöneldiği başlıca sorun değişim ya da oluş sorunuydu ve Parmenides kendisinden önceki filozofların, kendi ileri sürdükleri argümanlara dayanarak değişimin imkânsız olduğunu göstermeye çalışmıştı. Değişme Antik Yunanca’da kinesis sözcüğüyle ifade edilmekteydi. Kinesis sözcüğü ise şu anlamlara gelmekteydi: 1. Mekândaki yer değiştirme (hareket), yani bir yerden bir yere gitmek. 2. Niceliksel değişme, yani herhangi bir şeyin çoğalıp azalması. 3. Niteliksel değişme, yani bir şeyin özelliklerinin değişmesi. 4. Herhangi bir şeyin özünün değişmesi, bir şeyden başka bir şeye dönüşmesi. Parmenides’e göre aslında her türden değişim ya da hareket görünüşün aldatıcılığından gelmekteydi. Yani evrene baktığımızda duyularımıza sürekli değişip durduğu yolunda bir görüntü sunabilir fakat bu görüntü aldatıcıdır. Parmenides’in bu konuda iki temel savı bulunmaktadır; a) Görünüş (değişme) aldanıştır. Görünüş zihnimizin yarattığı bir dünyadır, b) Gerçek ise değişmez. Gerçeği akılla kavrarız. Aklı olan insan gerçeğin değişmediğini, herhangi bir çokluk içermediğini, bir olduğunu kavrar. Duyular (aisthesis) ise aldanıştır. Var olmayan şeyleri varmış gibi gösterirler. Parmenides bu görüşleriyle felsefe tarihine bazı yeni sorun alanları kazandırmıştır. Bunlardan ilki birlikçokluk problemidir. Birlikten ya da tek bir kökenden nasıl olmaktadır da evrendeki bütün bu çokluk, bu farklı şeyler ortaya çıkabilmektedir? Bir nesne nasıl olmaktadır da birçok yerde bulunabilmektedir? Bu aşamaya kadar nesne ile nitelik arasında bir ayrım yapılmakta ve nesnesi olmayan bir varlı k düşünülememekteydi. Elealılardan sonra ise değişmenin tanımı değişmiş ve nesne ile nitelik arasında bir ayrım yapılmaya başlanmıştır. Bu ayrıma göre nesne niteliklerin taşıyıcısıdır. Bu anlamda bir nesne sadece bir yerde bulunur. Belli bir kütlesi, ağırlığı vardır. Bunun üzerinde ise nitelikler vardır ve nitelik nesneden bağımsız bir hâlde bulunmaz. Görünüş ile gerçekliği birbirinden ayıran, görünüşün tamamen duyusal ve aldatıcı olduğunu, değişim fikrinin de böyle duyusal bir aldanıştan kaynaklandığını düşünen Parmenides, gerçekliği düşünce ile âdeta özdeşleştirerek bir adım daha ileri atmıştı. Çokluğun da tıpkı değişim gibi tamamen duyuları n bir aldatması olduğunu düşündüğü için çokluğu tümden reddetmek yoluna gitmiş, her şeyin Bir olduğunu söyleyen bir varlık anlayışı ileri sürmüştü. Parmenides’ten sonra felsefe, birlik-çokluk ilişkisine odaklanmış ve bu ilişki sorununu belli bir çözüme kavuşturmaya çalışmıştır. Bundan sonraki felsefelerde “bir”in (gerçek) değişmez olduğu kabul edilecek fakat çokluğun değiştiği söylenecektir. Çokluk görünüştür ve görünüş değişir. Bir olan ise gerçek olanla özdeştir. Gerçek değişmez ve hakiki olandır, akılla kavranır. Görünüş ise algıyla kavranır. Elealılardan sonraki felsefenin en temel problemlerinden biri de gerçeklik ile görünüşü ayırmak ve doğa bilimlerine giden yolu açmak olacaktır. Parmenides’in bir diğer önemli koyutu da düşünce ile gerçekliğin özdeşleştirilmesidir. Ona göre düşündüğümüz her şey vardır ve var olmayan bir şey ne düşünülebilir ne de konuşulabilir. Ona göre felsefesinin birinci temeli budur. Düşünmek bir hüküm vermektir (logostur). Buradaki düşünme psişik anlamda değil. Logos, konuşma, düşünme ve cümle anlamlarına gelir. Bu da yargıdır. Konuşmak hüküm vermektir. Hüküm vermek ise bir yüklemdir. Bu yüzden yüklemi ve bu yükleme konu olan bir nesnesi olmayan herhangi bir düşünme ve cümle olamaz. Bu tabloda yanlış hüküm vermek var olmayan bir şeye hüküm vermektir. Var olmayan bir şey hakkında konuşulamayacağına göre yanlış konuşmak mümkün değildir. Burada var olmak ile düşünmek arasında güçlü bir bağ kurulduğu görülmektedir. Parmenides’in sorduğu en önemli sorulardan biri de “nesne, obje nedir?” sorusudur. Felsefenin asıl konusu budur. “Nesne nedir?” ile “Var olan nedir?” soruları aslında aynı kapıya çıkarlar. Burada kullanılan nesne ifadesi sadece fiziksel olan bir şeye işaret etmez. Nesne elle tutulur, gözle görülür demek değildir. Bu tanım bir kısım nesnelerin tanımıdır, özellikleridir. Elle tutulup gözle görülür olma niteliklerdir. Nitelikler renk, koku, tat, sertlik, yumuşaklık, şekil, ses ve kütledir. Nitelikleri de kendi içinde ayırmak gerekir. Bazı nitelikler nesnenin temel özellikleridir, bazıları nesneye yapışıktır. Bir nesneyi renksiz düşünebiliriz ama bir rengi nesnesi olmadan düşünemeyiz. Renk muhakkak herhangi bir şeydir. Kırmızı bir nesne düşünebiliriz ama kırmızılığın kendisini nesnesiz olarak bilemeyiz. Tek başına gerçek bir varlık olarak onu bilemem. Nesnenin niteliklerini birincil ve ikincil olanlar diye ikiye ayırmak mümkündür. Birincil nitelikler doğrudan doğruya nesnenin kendisine ait olan şeylerdir. Bir şey gözle görülüp elle dokunulabilir ise mutlaka belli bir mekânı doldurmalıdır. Onun doldurduğu nesneye başka bir nesne giremez. Ancak mekân içindeki boşluğa girer. Demek ki nesnenin en temel özelliği yer kaplamasıdır. Bu anlamdaki nesneye cisim ya da fizik nesne diyoruz. İkincil renk, koku, tat vb. nitelikler ancak fizik nesnelerin ikinci nitelikleridir. Üçgenlerde böyle bir ikincil nitelikler yoktur. Nesne fizik nesneden daha geniştir. Masa, ağaç, üçgen; kanatlı at, melek, bunların her biri bir var olandır. Her ne kadar bu var olanlar birbirlerinden ayrı şeylermiş gibi görünseler de hepsinde ortak olan belli özellikler olduğu kesindir. Nesnelerin en temel özellikleri var olmalarıdır. Söz konusu olan hangi nesne olursa olsun, o nesnenin her türlü özelliğini ondan alabilirsiniz ama mevcudiyetini alamazsınız. Fiziksel bir nesneyi ele alarak onu taşıdığı tüm niteliklerden bağımsız biçimde düşünmeye çalışabilirim. Nesnenin bu durumunu mantıkça ve teknikçe düşünebilirim. Örneğin bir kitabı ele alalım. Bu kitabın önce tüm niteliklerini bir kenara bırakıp salt kendiliğini ele alabilirim. Böylece rengi, dokusu vesaire olmayan salt bir kütleye dönüşecektir. Bu aşamadan sonra kitabı bu kütleden bile soyutlamaya çalışabilirim. Bu durumda o kafamda sadece bir şekle dönüşecektir. Zihinsel bakımdan aslında bu şekilden bile soyutlayabilirim onu. Bu aşamada artık kitap bir kavrama dönüşecektir. Tüm fiziksel niteliklerini yitirerek salt akılsal bir içerik hâline gelecektir. Görüldüğü üzere her türlü nitelikten, kütleden, şekilden soyutlandığı hâlde kitap kavramı salt düşünsel bir şey olarak bile olsa mevcudiyetini koruyabilmektedir. Demek ki kitap denen nesneden her türlü özelliği alınabilir ama varlığı yani mevcudiyeti daima kalacaktır. O hâlde bir kez var olmuş bir nesnenin varlığını bir daha asla elinden alamazsınız. İşte Parmenides’e göre bir nesnenin en önemli özelliği onun varlığıdır, var olmasıdır. Bu noktada var olmayan bir şey asla düşünülemez ve Parmenides’e göre ne kadar ad varsa o kadar da nesne vardır. Bu noktadan bakınca düşünebildiğim her şey bir var olandır. Varlık anlamında bunların hepsi aynıdır. Felsefenin bu noktada nesnenin nitelikleriyle değil, doğrudan varlığıyla uğraştığı görülmektedir. Nesnenin nitelikleri ile doğa bilimleri uğraşı r. Parmenides’in burada felsefeyi doğa bilimlerinden ayırdığını söyleyebiliriz. Bu aşamadan sonra onun felsefesinin en temel sorusu var olmak nedir sorusu olmaktadır. Var olanlar arasındaki fark nedir? Platon’dan önceki düşünürlerin hiçbiri bir kalemin var olması ile bir sayının var olması arasındaki farkı ortaya koymamış, tüm varlıkları aynı düzlemde düşünmüşlerdir. Sorunun çözümsüzlüğünün temel sebebi nesneyi nitelikleriyle düşünmüş olmalarıdır. Öyleyse Parmenides’e göre; 1. Düşünebildiğim, hayal edebildiğim her şey vardır. 2. Düşünebildiklerimin, hayal edebildiklerimin dışına çıkmam. 3. Bunlar vardır, ama gerçek midir? Gerçek olsa bile fiziksel olarak gerçek midir? Parmenides, felsefesini bu yolla çiziyor. Ona göre konu, var olan ve nesne aynı şeydir. Parmenides’e göre bir nesnenin en temel özelliği var olması olsa da Parmenides bu var olmanın hangi anlamda olduğunu söylememiştir. Yani fizik nesne midir, hayal midir, mitolojik, teorik, zihinsel ya da inanma nesnesi midir? Bunu ortaya koymamıştır. Bunların ortak özelliği var olmaktır. Var olmasını sağlayan şey de düşünmedir. Yani düşünmek ile var olmak bu noktada özdeştir. Parmenides, buradan hareketle felsefesini inşa etmiştir. Buna göre, düşündüğüm her şey var olandır ve bu da gerçektir. Ama ne tür bir gerçek olduğu ortaya konmamıştır. Yine de Parmenides bir nesneyi niteliksiz bir biçimde düşünebileceğimizi ortaya koyarak yıllar sonra matematik felsefesine ya da bilim felsefesine vardıracak olan yolu açmıştır. Parmenides’in felsefeye olan en önemli katkılarından biri de kavramsal düşünmeye giden yolu açmış olmasıdır. Parmenides “var olmayan bir şey düşünülemez” diyerek gerçekliği ve düşünceyi özdeşleştirdiğinde kavramlar dünyasının kapılarını da aralamış oldu. Böylece biz nesnelerin nitelikleriyle algısıyla değil kavramıyla uğraşırız. Nesnelerin nitelikleri ya da algısı kişiden kişiye göre değişen, duyusal temelde ortaya çıkan aldatıcı bir görünüşten ibaretken kavram aklın bir ürünü, bir soyutlamasıdır. Parmenides bu noktada iki tür dünya olduğunu söyler: 1. Düşünülebilir dünya, yani akla dayanan, akılla kavranan dünya. Bu dünya kuşkusuz gerçekliğin dünyasıdır. Varlık gerçektir. Gerçek ise düşünülebilir olandır ve akılla (noesis) özdeştir. 2. Gerçek olmayan, hakiki olmayan, kendi başına bir mevcudiyeti bulunmayan alan, yani görünüş alanı. Görünüş bizim duyulamamızın, algılamamızın yani zihnimizin yarattığı bir durumdur, bir vehimdir. Zihnin bir hayali ürünüdür. Burada dünyaya ya da doğaya yönelişin iki biçimi ortaya konuyor gibidir. Doğaya duyularıyla yönelen biri aldanacak, doğada bir çokluk ve değişim olduğu yanılgısına kapılacaktır. Oysa ona aklıyla yönelen biri değişim ve çokluğu yadsıyacak ve gerçekliğin bilgisine ulaşabilecek, varlığı bir bütün, Bir olarak kavrayacaktır. Oysa görünüşler tam anlamıyla sanal bir dünyadır ve bunların gerçeklik zemini yoktur. Gerçekten onların görüntüsü bana bağlıdır. Görünüşler insan dünyasının ürettiği bir dünyadır. Bu noktada felsefe tarihinde başından beri su altından giden görünüş ve gerçek ayrımı belirmektedir. Parmenides, algıdan hareketle nesnelerin değiştiğini söyleyemezsiniz, demektedir. Görünüş dünyasının sahte olmadığını ve görünüş dünyasında hareketin sahte olmadığını kanıtlamalıyız. Bu noktada konu aynı zamanda bilgisel bir boyut da kazanmaktadır. Bu esasa göre nesneleri iki bakımdan kendimize konu ediniriz: 1. Bilgisel yönden 2. Varlıksal yönden Bilgisel yönden bir nesneyi konu etmek, onun ne olduğunu bilmektir. Nesnenin ne olduğunu bilmek ise onu bir kavramın altına düşürebilmektir. Nesneyi tanımla, kavramla çerçeve içine almaktayız. Bilgisel olarak nesne tanımına ve kavramına sahip olduğumuz her şeydir. Tanımına ve kavramına sahip olduğumuz nesneye şey deriz. Şey herhangi bir şekilde mevcut, nesne ise artık tanımını bildiğimiz şeydir. Varlıksal yönden nesneye yaklaştığımızda önce reel ya da gerçek nesne diye bir tanım açarız. Gerçek nesne nedir? Var olabilmek için kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan nesnedir, yani kendi başına mevcut olan, biz onu düşünsek de düşünmesek de var olmaya devam eden nesnedir. Ne, kendi başına varlıksa o gerçek nesnedir. Kendi başına var olan nesnelerin birinci grubuna yer kaplayan var olanları koyuyoruz. Yani hiçbir insan bulunmasa da bu nesnelerin mevcudiyeti devam edecektir. Bu anlamda bir grup filozof için fizik nesneler gerçektir. Bunlara fizikalist, realist filozoflar deriz. Bazı filozoflar bunları kabul etmemekte kimi de kabul etmeden gerçek nesneye geometrik ya da kavramsal nesneleri koymaktadırlar. Bu düşünürlere göre mesela üçgenler de onları düşünmesek bile mevcutturlar. Çünkü onlar psikolojik olarak düşünmemizden bağımsızdırlar. Bazı filozoflar soyut dediğimiz birtakım matematiksel, geometrik nesnelerin gerçek olduğunu söylerler. Bunlar onları algılamamızdan bağımızdır, derler. Bunlara ideal nesne diyelim. İdeal nesnenin en temel özelliği yer kaplamamalarıdır, mekânları vardır ama yerleri yoktur. Mesela Kant matematik nesnelerin mekânı zamandır, der. O hâlde daha derli toplu bir anlayış için kaç tür nesne olduğunu başlıklar hâlinde kısaca görelim: 1. Fizik Nesneler: Bunlar cisim selliklerinden dolayı kendi başlarına mevcutlar ama bunların ikinci nitelikleri algılayana bağlıdır. 2. İdeal Nesneler: Bunlar fizik bir mekânı kaplamazlar ama en az onlar kadar bir mevcudiyetleri vardır. Fizik nesnelerle ideal nesnelerin varoluş tarzları farklıdır. 3. Zihinsel Nesneler: Birisinin bendeki tasavvurudur. Bu tasavvur kendi başına nesne değil benim onu düşünmeme bağlıdır. Ben ölünce tasavvurum benimle birlikte ölür. Zihinsel nesnelerin en önemli özelliği, onları algılayana bağlı olmasıdır. Bunlar varlıklarını benim onları düşünmeme borçlular. Bunların ikinci özellikleri başkalarına kapalıdır. Objektif değildir. Fizik nesne herkesin tasavvuruna açıktır ama zihinsel nesne benden başkasının tasavvuruna açık değildir. Bu anlamdaki tasavvurlar benim üzerime etki eden fizik nesneye bağlı ama ortaya çıkışları benim algılamama bağlıdır. 4. Hayalî Nesneler: Yani hayali varlıklar var. İnsan türünün zaman içinde gerek edebiyat gerek sanat gerekse mitoslarda yarattığı varlıklardır. Zihinsel tasavvurum bana ait, ama kanatlı at tasavvuru bana ait değildir. Bunlar insan zihninin uzun yıllar boyunca yarattığı objelerdir (nesnelerdir). Nesne deyince elimizde birden fazla elemanı olan bir küme var. Nesne fizik nesne ile özdeş değil. Fizik nesne sadece duyularımıza, algılarımıza konu olurlar ve mevcudiyetleri yer kaplamalarına bağlıdır. Demek ki nesne kavramı daha geniştir. 5. Dinî Nesneler: Bu beş çeşit nesnenin ortak özelliği onların mevcudiyetidir ve Parmenides, düşündüğüm her şey vardır derken bu nesneler arasında hiçbir ayrım yapmamıştır. O hâlde onun nesne anlayışının, bütün bu ayrımlara sahip olan bizlerinkinden farklı olduğunu kabul etmek durumundayız. Parmenides varlıkla temasımız bakımından iki yol olduğunu söyler. İlki her şeyin öyle olduğunu sanan ölümlülerin yolu, diğeri ise her şeyin iç yüzünü araştıran ve düşünmesini bilen filozofların yolu ya da Tanrıların yoludur. Varlığı düşünmenin de bu tabloya uygun olarak iki yolu vardır: Hakikat yolu ve Sanı yolu. Hakikat yolu akıl ile kavranır. Sanı yolu ise aisthesis (duyum) ile kavranır. Parmenides bu hakikat yolu anlayışı ile kendisinden öncekilerin mantıksal argümanlardan ya da akıl yürütmelerden yola çıkmak yerine gözlemlerden yola çıkarak yaptıkları felsefeyi yeni bir yola sokmuş oldu. Ondan önce filozofların gözünde varlığın bir görünüşü vardı. Görünüş değişen, hareketli ve çokluk göstermekteydi. Varlığı n aslı esası ya suydu ya havaydı ya ateş ya da apeirondu. Bunlar değişmezdi ve hep aynı kalmaktaydı. Ondan öncekiler hakikat algıyla kavranmaz diyorlardı. Fakat yine de hakikati, örneğin su kavramında olduğu gibi, algıda karşımıza çıkan bir şey olarak sunmaktaydılar. Parmenides algıdan yola çıkılarak felsefe kavranamaz diyerek aklı felsefe yapmanın merkezine koymuş ve aklın çokluğu ve değişimi reddettiğini göstermiştir. Parmenides’ten sonraki filozoflar değişime yeniden yer açabilmek için onu varlığı n yokluk, yokluğun da varlık olması olarak anlamak yerine, zaten mevcut olan şeylerin bir araya gelip ayrışmaları olarak anlamak yoluna gitmişlerdir. Hareketi kurtarabilmek için bu çerçevede kalınca da varlık anlayışlarında monist görüşten çokçu görüşe geçmek zorunda kalmışlardır. Bir anlamda varlığı çoğaltmışlardır. Örneğin; Empedokles, evrenin temel unsurlarının sayısını birden dörde çıkarmış (toprak, su, hava ve ateş) ve değişmenin tanımını değiştirmiştir. Değişim, bu dört temel unsurun yer değiştirmesi ya da biraya gelip ayrışmasıdır. Dört unsur değişik biçimlerde kombinezonlar oluştururlar ama miktarları her seferinde yine aynıdır. Bu kombinezonlar değiştikçe farklı nesneler ortaya çıkar. Mesela bir insan toprak, hava, su ve ateşin belli bir oranda meydana getirdiği bir nesnedir. Eğer o ölürse kaybolan onun meydana getirdiği kombinezondur. Empedokles’in bu çözüm önerisi hem değişmeksizin kalan bir temel unsur sağlamakta (dört unsurun kendileri değişmezler, toprak daima toprak, su daima su olarak kalır) ama aynı zamanda onları belli oranlarda birleştirip ayrıştırmak suretiyle değişim ve hareketi de mümkün kılmaktadır. Daha sonra göreceğimiz gibi Anaksagoras ve Demokritos da aynı yoldan giderek değişim ile değişmezliği uzlaştırmaya çalışmışlardır. Parmenides’ten sonraki filozofların çözümüne yöneldikleri ikinci önemli sorun ise yanlış konuşmanın imkânı sorunudur. Daha önce görüldüğü üzere Parmenides gerçeklikle düşünceyi özdeşleştirmiş, her düşüncenin gerçeği dile getirdiğini, yanlış konuşmanın ise ancak olmayan bir şeyi konuşmak anlamına gelebileceğini, olmayan şey de konuşulamayacağına göre yanlış konuşmanın mümkün olmadığını iddia etmekteydi. Bu sonucun bir diğer ifadesi ise “düşündüğüm her şey doğrudur” ifadesidir. Bu problem Yunan felsefesinde anlam probleminin ortaya çıkmasına yol açmıştı r. Bu öncüldeki var olma kavramı deşilmiş, bu kavramdan hareketle sofistlerin felsefesi ortaya çıkmıştır. Örneğin Sofist Gorgias, Parmenides’in dediği türden bir hakikat yoktur. Olsa bile biz bunu duyularımızla bilemezdik ve aktaramazdık. Platon, Sofist, Theaitetos ve Kratylos isimli eserlerinde yanlış konuşma sorununu çözmeye çalışmıştır. Ona göre artık yanlış düşünmek objeler arasındaki bağları yanlış kurmaktır. Yanlışlık yargıda ortaya çıkar. A, B’dir, dediğimiz sürece yanlış ve doğru ortaya çıkar. Yanlış konuşmak iki ayrı kavramı birbirine uygun olmayan bir şekilde bağlamaktır. Böylece Platon’a göre yanlış düşünmek, Parmenides’te olduğu gibi var olmayan bir şeyi söylemek değil, uygun olmayan bir özne-yüklem bağı kurmaktır. Elealı Parmenides, birçok bakımdan Antik Yunan düşüncesinde bir dönüm noktasıdır. Artık rastgele konuşma dönemi kapanmış, görüşlerimizi mantıksal argümanlarla temellendirmek zarureti doğmuştur. Parmenides’in açtığı yol, belirli bir çerçeve içinde Platon’a kadar devam etmiştir. Parmenides’te varlık soyut değil, kütlesel ve küresel bir varlıktır. Varlığı dev bir nikel küre gibi düşünüyorlar, dışı yok. Bu anlamda her şey bir doluluktur. Varlık dediği bir doluluk kümesidir, yani boşluk yoktur. Artık Parmenides ile birlikte felsefe bir doğa felsefi olmaktan çıkıp bir metafizik ve ontoloji hâline gelmeye başlamıştır. Filozofların konusunu fizik nesneler değil, var olanlar çekmeye başlamıştır. Var olan nedir sorusu artık felsefinin gündemine girmiştir. Daha önce fizik nesne, doğa nedir sorusu vardı. Şimdi ise varlık nedir sorusu vardır. |
Kategori
All
|